iyiköfüfilm

4
Nis
2011

Yönetmen Sabri Kaliç Söyleşisi

Röportaj kategorilerinde yayınlandı. 5 Yorum Var

Bir süre önce siz İyi “Kötü Film” severlerle paylaştığımız Gece Otostopçusu filminin yönetmeni Sabri Kaliç ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

1966 İzmir doğumlu olan yönetmen 1986-87 yılları arasında Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. 1987 yılında Dokuz Eylül üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü’nde film yönetmenliği öğrenimine başlayana kadar o yaştaki bir insanın aklına gelebilecek hemen her türlü işe girdi çıktı. Bu dönemdeki çalışmalarıyla tiyatro oyunu yazarlığı ve siyah/beyaz fotoğrafçılık dallarında dört ödül kazandı… Okula girdiği yıl yapmaya başladığı kısa deneysel filmleri ile kendi deyimiyle yurt içinde “küçük”, yurt dışında “büyük” ilgi gören Kaliç’in filmleri 1995 yılında American Canyon Cinema koleksiyonuna kabul edildi.  Aynı yıl ilk uzun metraj filmi Gece Otostopçusu’nun hem senaristliğini hem de yönetmenliğini yaptı. 2005 yılında Hollandalı bir deneysel film kuruluşu olan META-FILM UNDERGROUND, Kaliç’in 1987 yılında çektiği bir karelik “A FASSBINDER LIE” adlı filmiyle sanatçıyı META-FILM AWARD adlı uluslararası deneysel film ödülüne layık gördü. Yönetmenliğin yanı sıra edebiyatçı kimliği de ön planda olan Sabri Kaliç’le ilgili daha detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Tolga Demirtaş: Merhaba Sabri Bey, bize biraz son dönemde neler yaptığınızdan bahseder misiniz?

Sabri Kaliç: Her şeyden önce “iyikötüfilm” takipçilerine selam vermek isterim. “iyikötüfilm” gibi bir tanımlamayı bile kavramanın belli bir altyapı gerektirdiğini düşündüğüm için, bu sitenin takipçilerini de önemsiyorum… Ben şu aralar, bir yandan kendi deneysel film çalışmalarımı sürdürürken, bir yandan da popüler (ve para kazanılması gereken) bazı işlerle uğraşıyorum. Ama genel anlamda bir “Sabri Kaliç” programı şudur zaten:

1 – Yazılmakta olan kitaplar ilerletilecek…
2 – Deneysel film projeleri göz ardı edilmeyecek…
3 – O deneysel filmleri üretmek (ve elbette faturaları ödemek için) popüler projelere de göz kırpılacak…

Bu arada, Yusuf Atılgan’ın ölümüyle yarım kalan romanı “Canistan”ın son bölümünü de yazıyorum. Umarım Yapı Kredi Yayınları’yla anlaşırız da bu finali yayımlatabilirim. Eğer Charles Dickens’ın “Edwin Drood’un Sırrı” romanına 200 kadar final yazıldıysa, bence Yusuf Atılgan da “Canistan” için iyi bir finali hak ediyor doğrusu…

T.D. : Son dönem Türk sineması hakkındaki düşünceleriniz neler?

S.K. : Her konuda olduğumuz gibi, tam “nevi şahsına münhasır” bir sinemamız var. Bir yandan nicelik olarak gittikçe 60’lı – 70’li yılların Türk sineması üretimini aratmayan popüler sinema filmleri, bir yandan da nitelik olarak kendine yer bulmaya çalışan “bağımsız” sinemacılar. Ne yazık ki bizde “bağımsız” sıfatının da içi boşaltıldı artık. Tam 22 yıl önce, Cumhuriyet gazetesiyle yaptığım bir söyleşide “bir ülkede bağımsız sinema olması için, önce sağlam bir ‘mainstream’ sinema olması gerekir” demiştim. Şimdi de aynı fikirdeyim. Bu ülkede Zeki Demirkubuz’dan Yeşim Ustaoğlu’na, Nuri Bilge Ceylan’dan Derviş Zaim’e, Tayfun Pirselimoğlu’ndan Semih Kaplanoğlu’na, Ümit Ünal’dan Barış Pirhasan’a, Cemal Şan’dan Handan İpekçi’ye kadar herkes “bağımsız” sinemacı! E, bir kalemde bu kadar “bağımsız” isim sayılabiliyorsa, ben o “bağımsız” sıfatına sinir olmaya başlarım artık! Kimler “mainstream” o zaman? Hatta bu ortamda ben bile “mainstream” olmak isteyebilirim; azınlıkta olan o çünkü!

Ancak, elbette herkesin sinema yapma hakkı vardır ve kimin ne olduğuna zaman karar verecektir. Ben sadece kendini “herkesten ayrı düşürme” çabasıyla “bağımsız sinemacı” olduğunu söyleyenlerin aslında ne kadar “herkes gibi” olduğuna takmış durumdayım. Bu anlamda, ben özellikle “bağımsız” değil, “deneysel” sinemacı dedim kendime her zaman…

T.D. : Türk sinemasını dönemsel olarak kendimce ele aldığımda şöyle bir bölümlendirme yapıyorum: 50 ve 60’lı yıllarda daha çok Yeşilçam’a özgü bir dramın ağırlıkta olduğunu, 70’li yıllara geldiğimizde aksiyonun, erotizmin ve zaman zaman pornonun öne çıktığını, 80’li yıllarda bir arabesk furyasının hakim olduğunu, 90’lı yıllarla birlikte Fransız sinemasına olan öykünme ile daha minimalist filmlerin çekildiğini ve son olarak 2000’li yıllarla birlikte ise Türk sinemasının kimlik arayışının henüz devam ettiğini görüyoruz. Siz kendinize en yakın olarak bu dönemlerden hangisini görüyorsunuz?

S.K. : Hiçbirini! Yeşilçam melodramları aynı formülle yılda yaklaşık 300 film üretilen senaryoların hakim olduğu, “piyasacı” bir sistem; 70’li yıllar 27 Mayıs devriminin getirdiği göreceli özgürlük ortamının anında istismar edildiği ve her türlü “exploitation”ın patladığı bir dönemdir. 70’li yıllara bakın: bugün bile çekmekte zorlanacağınız şeriatçı, aşırı solcu, Kürtçü, erotik, porno… Her anlamda uç noktada filmlerin çekildiği bir dönemdir. 1980 darbesi faşizminin tepemize inmesiyle de daha 3-5 yıl önce “devrimci” filmler çeken adamlar birden şarkıcı-türkücü arabesk filmlere sıvandılar ki, bu bile önceki yaptıkları işlerde ne derece tabansız, altyapısız olduklarının kanıtıdır! 80’lerin ikinci yarısı ve 90’ların ilk yarısı ise sözünü ettiğiniz kabız “Fransız minimalizmi” dönemidir. Darbenin getirdiği baskılarla yılmış, sesini çıkaramayan, ama susmaktansa kendi iç dünyasına dönen yönetmenlerin devri… Ancak o dönemin Ömer Kavur’un ANAYURT OTELİ gibi bazı istisnai şaheserler ürettiğini göz ardı etmek de haksızlık olur. 90’ların ikinci yarısından itibaren Mustafa’nın (Altıoklar) yaptığı İSTANBUL KANATLARIMIN ALTINDA filmiyle birlikte Türk sineması tekrar popüler anlamda kıpırdanmış ve EŞKIYA vb. kimi filmlerin gittikçe artan desteğiyle 2000’lerin Türk sineması ortaya çıkmıştır. 1970’lerde Türkiye’ye gelmesiyle Türk sinemasının köküne kibrit suyu eken televizyonun 2000’lerde Türk sinemasını kurtardığını söyleyebilirim. Çünkü 70’lerde TV’yi keşfeden halk sinemaya gitmeyi bıraktı, 2000’lerden itibaren ise TV dizilerinden kazanılan müthiş paralar Türk sinema sektörünün yeniden canlanmasında en önemli lokomotif görevini gördü. TV dizilerinden inanılmaz paralar kazanan yapımcılar (biraz da Yeşilçam’a vefa anlayışıyla) Türk sinemasına ciddi yatırımlar yapmaya başladılar… 2011 itibariyle ise berbat popüler filmler ve sinema adına bir şey yapmaya çalışan filmler yavaş yavaş yerlerine oturmaya başladı. Bugün artık KOLPAÇİNO filmlerinin seyircisi ile Ferzan Özpetek filmlerinin seyircileri saflarını az çok belirlemiş durumdadır ve bu iyidir. Çünkü herkesin KOLPAÇİNO seyrettiği veya herkesin Ferzan Özpetek’in peşinde koştuğu bir dünya inanın çekilmez olurdu!

T.D. : İnternetin gelişmesi sizce sinema sektörünün gelişmesinde pozitif bir katkı mı yaptı? Yoksa tam tersine sektörü olumsuz etkilediğini mi düşünüyorsunuz?

S.K. : İnternetin tanımı o kadar değişken ki! İnterneti eğer okuma-araştırma-öğrenme amacıyla kullanıyorsanız, insanlık tarihinin gördüğü en evrensel üniversitedir. Diğer yandan kendinizi facebook-twitter vb. girdabına hapsettiyseniz de insanlık tarihinin gördüğü en büyük kahvehane! O nedenle interneti değerlendirirken herhangi bir konuda olumlu veya olumsuz katkılarını konuşmak çok zor. Sinemaya gelince her ikisi de geçerli! Eğer sinemada kendinizi yetiştirmek istiyorsanız, internet bir derya! Düşünsenize, “iyikötüfilm” diye bir site var ve sizin gibi insanlar karşılık beklemeksizin emek ve zaman ayırıp insanlara ulaşıyorsunuz. Diğer yandan da interneti sadece korsan film veya müzik indirmek için kullanıyorsanız, o da ayrı bir tartışma. Çünkü bugün “korsan” dediğimiz şeyin 10 yıl içinde “doğal” olacağına inanıyorum. Ellerindeki kitapları yüzlerce yıl boyunca elle çoğaltan Hıristiyan kilisesi de matbaaya karşı çıkmıştı; çünkü bu, kitapların her isteyenin eline geçmesi demekti. Oysa bu anlayış bize çok komik geliyor bugün! Farkındaysanız “korsan” konusunda en fazla caz yapan Batılı şirketler bile (istisnalar dışında) bugüne kadar ciddi bir tedbir almadılar, çünkü gidiş hattı belli… Aşırı korumacı internet anlayışı da yakında insanlara gereksiz gelecek: çünkü her kitap, her resim, her film ulaşılabilir olmalı! İyiye veya kötüye kullanmak ise tamamen “internet okuryazarlığıyla” ilgili olacak yakında…

T.D. : Jean Rollin, Jess Franco, Lucio Fulci ve daha birçok örneğini verebileceğimiz isim ve özellikle son dönemde ülkemize de gelen Alejandro Jodorowsky daha önce elde edemedikleri derecede ilgiyi günümüzde fazlasıyla görüyorlar. Bunun bir sebebi de artık filmlere olan ulaşılabilirliğin internet sayesinde çok kolay olması ayrıca dönemlerine göre farklı işler yapmış olmaları. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

S.K. : B-film sektörü sinemanın her zaman “engelli çocuğu” olagelmiştir. Yani oradadır, vardır, ama yine de kimse onun hakkında fazla konuşmak istemez. Oysa dev yapım şirketlerinin “majör” projeler üretip, “star” oyuncularla”, “afili” filmler çekmek için ihtiyaçları olan paraları o kadar küçümsedikleri B-filmlerden kazandıkları bilinen bir gerçektir. Çünkü B-filmler insanların en iç, en garip ve sömürülebilir noktalarına hitap ederler ve para kazanmaları hemen hemen garantidir. Masrafı nedir ki zaten! Gerek korku, gerek porno, gerek sömürü… Her alanda çekilen ve çoğunu kimsenin adını bile duymadığı B-filmlerdir dev şirketlerin “süper starlar”la, “prestijli” filmler çekmesini sağlayan… Sözünü ettiğiniz “exploitation” ustalarının da son zamanlarda bir tür “iade-i itibar” görmelerinin nedeni hem film şirketlerinin bir tür “günah çıkarması”, hem de filmlerinin eskiye oranla çok daha ulaşılabilir bir konum elde etmelerinden dolayıdır bence…

T.D. : Gece Yarısı Otostopçusu filminizle ilgili yazdığım yazı blogda oldukça ilgi görmüştü. Hatta filme nasıl ulaşabileceklerini soran birçok mail aldım. Filmin gerçekleşme hikayesini bizimle paylaşır mısınız?

S.K. : GECE YARISI OTOSTOPÇU’sunun çekim hikayesi ayrı bir filmdir zaten. Yurtdışından geldikten sonra, 1992 yılında Sinan Çetin’in yanında yönetmen yardımcılığına başladım ve aynı dönemde de Sinan’ın abisi Sabahattin Çetin’le tanıştım. Sabahattin abi beni Amerika’da yaşayan bir Türk’le tanıştırdı ve o beyefendi sayesinde ilk filmimi finanse edebildim. Her ilk filmde olduğu gibi yüzlerce amatörlük ve olumsuzluk yaşansa da GECE YARISI OTOSTOPÇUSU’nu severim. Klişelerden yola çıkarak, klişe olmayan bir film çekmeye çalışmıştım, anladığım kadarıyla epey de başarmışım bunu… Sizin sitenin “filme genelde amatör bir hava hakim olmasına rağmen, senaryonun başarılı olduğu” fikrine tüm kalbimle katılıyorum, çünkü o senaryo yazdığım belki ellinci senaryo idi, ama yönetmenliğini yaptığım ilk profesyonel filmdi. Filmin çekimleri sırasında tamamen para yemeye çalışan ve “piyasa piçi” bazı insanların eline düşmem de benim şanssızlığımdı sanırım… Ama sonuçtan yine de memnunum ve filmografimde her zaman olacak bir filmdir GECE YARISI OTOSTOPÇUSU…

T.D. : Son dönemlerde daha çok çevirmenliğiniz ve yazarlığınızla ön plandasınız. Bu bilinçli bir tercih mi?

S.K. : Biraz “evet”, biraz “hayır”!  Yazmayı film çekmekten daha çok sevdiğim kesin. Çünkü film çekmek sizin tasarrufunuz dışında bir araya gelmiş yaklaşık 100 kişiyle uzlaşma savaşı… Oysa kitaplarımı yazarken bir ben varım, bir de çalan müziğim! Ama bir yönetmen olarak, film çekmeden geçirdiğim belli bir süre yaşayınca da seti çok özlüyorum ve kendimi (bile bile) atıyorum o çekim dağdağasına!  Yeşilçam’dan tanıştığım ve çalıştığım bir görüntü yönetmeni abimiz bir gün bir laf etmişti bana: “Yılmaz Güney ve sen dışında, hem edebiyatla hem sinemayla bu kadar iç içe bir yönetmen görmedim! Manyak mısın oğlum sen? ” Onun bu lafı ettiği 1998 yılından beri benzer özelliklerde yönetmenler geldi, ama ilki yine de bendim sanırım…

T.D. : Bilgi Üniversitesinde bitirme tezi olarak okulda bir porno film çekilmesi gündemi oldukça meşgul eden bir konu olmuştu. Bunu gerçekleştiren öğrenci ise bu filmi “Akademik özgürlüğün sınırlarını görmek” için yaptığını savunmuştu. Aslında bunun bir ilk olmadığını ve 1990 yılında üniversitede öğrenciyken bu tarz bir projeyi sizin de gerçekleştirdiğinizi öğrendik. Sizin bu filmi çekme amacınız neydi ve film gerçekten bir porno filmi miydi?

S.K. : Benimle ilgili en büyük şehir efsanesi de bu   Benim çektiğim BOLERO iki çırılçıplak insanın sevişmesini gayet güzel soyutlamalarla anlatıyordu, ama elbette “pornografik” filan değildi!  O yıllarda cinsellik bugünkünden çok daha büyük bir tabu kabul edildiği için, onu yıkmak üzere cinsel eylemi anlatan bir video-art çekmiştim, ama çektiğim eser İzmir Fransız Kültür Merkezi’nde gösterilecek ve seyreden yerli-yabancı herkesin beni tebrik ettiği bir sanat eserine dönüşmüştü. Bilgi’deki meselede ise leş gibi kokan bir “popülerlik” vardı ve zaten filmin üzerinden bir ay geçmeden herkesin onu unutması da dediğimi destekledi. Benim 21 önce çektiğim film hâlâ söz konusuyken, “akademik özgürlüğün sınırlarını denedim” tarzı tırışkadan bir bahaneyle ortaya konan ürünün anında unutulup gitmesini “sanatsal adalet” olarak değerlendiriyorum…

T.D. : Blogumuzun da temelini oluşturan B Filmler ve blogumuz İyi ”Kötü Film” hakkında neler düşünüyorsunuz?

S.K. : B filmler hakkında o kadar iddialıyım ki, onları neredeyse asıl uzmanlık alanım olan deneysel filmlerle aynı kefeye koyacağım. Neden? Çünkü B filmler genellikle çok küçük bütçelerle, tanınmamış oyuncularla ve çok kısa sürelerde çekildiği için “crème de la crème” sinema seyircisi tarafından hâkir görülürler, oysa onlara asıl özgürlük alanı tanıyan çok ucuza mal edilebilmeleridir. Çünkü büyük patronların sokağa atabilecekleri paralara çekilirler, ama yaratıcılık alanında çok farklı alanlarda at koşturdukları için çok farklı başarılara da ulaşabilirler.
Burada şu ayrımı koymak da isterim ama; sadece çok az bütçeyle, tanınmamış oyuncularla veya “mainstream” sinema dışında çekilen her film de B-movie sayılmaz. Önemli olan geleceğe kapılar açan bazı anahtarlara sahip olmaktır. İnanıyorum ki gerçek B-film yapımcı ve yönetmenleri çoğu A-class geçinen tiplerden çok daha fazla sinema manyağıdır ve başta Jack Nicholson olmak üzere bazı süperstarların B-film’lerin bağrından çıkması rastlantı değildir bu anlamda…

T.D. : Son olarak sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

S.K. : Söylemek istediğim bir tek şey var: sinemayı sevenler lütfen o konuda bilgi sahibi de olsunlar. Bilgi olmadıktan sonra, sevgi bile bir işe yaramaz!  Sinemayı birazcık öğrenen biri de hemen kısa filmlerin, deneysel filmlerin, bağımsız sinemanın sinema üzerindeki hakkını görmeye ve takdir etmeye başlar. Son bir sözüm de film çekmek isteyen veya çeken kısa filmcilere: ilk beş filminizi çöpe atmadan, her çektiğinizi festivallere göndermekten vazgeçin! Sizin “büyük buluş” sandığınız şeyler genelde en az 40 yıl önce yapılmış sinematik numaralardır çünkü! Onları eleyen kurullar bir tarafa, jüri üyeleri olarak biz de epey üzülüyoruz doğrusu!

Herkese bol filmli günler diliyorum!

Tolga Demirtaş (tolga@iyikotufilm.com)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Facebookta paylaş Twitterda paylaş Mail ile gönder



  • Mert
    5 Nis 2011 05:50

    Vay be, süper olmuş Tolga. Sayın Sabri Kaliç’e de samimiyeti ve açık sözlüğü için teşekkür ediyorum. 🙂

  • ifestionas
    5 Nis 2011 08:49

    faydali bir roportaj,son finalde soylediklerinede tamamen katiliyorum . tesekkurler tolga .tesekkurler sabri kalic

  • marpesiaaa
    13 Tem 2011 17:24

    biliyorsundur felan ama bilmiş durmuş bu cevaplar üstünde.. eğreti geldi bana haklı olsan bile içten içe.. dıştan dışa zor sabredip bitirdim

  • hopdi
    23 Eyl 2011 12:20

    @marpesiaaa seni anlamak için ne çeşit bir dekoder gerekiyor. hiçbirşey konuşmamışsın ama birşeyler yazılı duruyor.

    Hocamın röportajını okudum, kendisinin bir dönem ile kamera derslerini kaçırmıştım. Ustalara saygım sonsuz, taki ben de bir usta olana kadar… O zaman bolbol çamur atarım 🙂

    Saygılar…

  • Halil Alpaslan
    13 Eki 2012 19:24

    Sabri Kaliç’i 22 Eylül 2012 tarihinde kaybettik. Toprağı bol olsun. Kendisi artık yaşamasa da, geride bıraktığı eserleriyle adı ve anısı yaşayacaktır…

  • Yorumunuz:


    İyiKötüFilm Hakkında
    İyiKötüFilm Röportajlar
    İyiKötüFilm Bağlantılar
    Extreme Haribo Giallo For Dummies Immoral Tales Kahramanlar Sinemada Korkucu Once upon in a time in Western Öteki Sinema Sinematik Ters Ninja

    İyiKötüFilm Feeds


    İyiKötüFilm
    yeni