Bir modern felsefe kavramı olarak “estetik”, algı teorileri ile objektif ya da subjektif olarak duyusal deneyimleri sanat eserleri aracılığıyla güzelliğin eleştirisini ve uygulamalarını içerir. Felsefe akımları içinde hem teorisel açıdan hem de pratikte estetiğe en çok katkıda bulunan akım varoluşçuluk olmuştur ve aslında bu felsefik katkı çoğunlukla estetik anlatımla gerçekleşmiştir. Örneğin her ne kadar Albert Camus kendini varoluşçu olarak tanımlamasa da en önemli felsefi sınıflandırıcılar, Camus’nün en önemli romanları olan Yabancı, Veba ve Mutlu Ölüm’ü varoluşçu eserler olarak tanımlamışlardır. Camus’nün en önemli denemesi Sisifos Söylemi, hayatın anlamsızlığı ve gereksizliğinin intiharı gerekli kılıp kılmadığını inceler. Bilindiği gibi Camus buna olumsuz yanıt vermiş ve bu farkındalığın buna karşı bir direniş olması gerektiğini ve yarattıklarımızla hem bu absürtlüğü kabul edip hem de bundan bir anlam yaratmamız gerektiğini savunmuştur.
Aynı temayı Jean Paul Sartre’nin ünlü romanı, Bulantı’da görebiliriz. Varlığa duyulan tiksinme, adaletsiz bir dünyada anlam arayışı kabullenme ve hatta anlam arayışına sorumlulukla ve özgürce kendini adayışla son bulur. Konuyu daha metafiziksel ve mitolojik bir çerçevede ele almak gerekirse, Sinekler oyunu, babasının ölümünün intikamını onun katilleri olan anneleri Clytemnestra ve onun kocasından almak isteyen Orestes ve Electra’nın hikayesini içerir. Burda Sartre, Orestes ve Electra’yı Zeus’la ve Furies’lerle karşı karşıya getirip insanlar özgür oldukları zaman Tanrılar tarafından dokunulamazlar ama özgürlükle beraber gelen sorumluluğu kabul edemeyerek kendi suçlarını kendileri yaratırlar demek istemiştir. Son olarak, özgürlük ve sorumluluk konusunun detaylarını diğer kişilerle ilişkilerinde görebiliriz ve bu konu, Sartre’nın ünlü oyunu “Çıkış Yok” da, bir grup bireyin bir arada olmayı sevmedikleri ve diğerlerinin zayıflıklarını inceden inceye gözlemleyen insanlarla dolu kaçılması mümkün olmayan bir cehennemde olduklarını farketmeleri üzerine kuruludur.
Diğer yandan, Simone De Beauvoir’in edebi eserinde diğer insanlarla olan ilişkiler daha ayrıntılı incelenmiştir. Konuk Kız’daki cinsel etik anlayışı, üçlü bir ilişkideki sözüm ona skandalın detaylı ele alınışı; ya da Başkaların Kanı’ndaki kişisel özgürlükle diğer insanlara olan sorumluluğunun diyalektiği ya da Mandarinler’deki işbirliği mi karşı durma mı sorunsalı incelenmiştir. Tüm Erkekler Ölümlüdür’de Regina’nın ölümsüz Raimon’un ilgisini kazanmaya çalışırken aslında kendi ölümsüzlüğünün peşinde olması ve aynı zamanda ölümlü ve ölümsüz bakış açılarıyla olayların fenomolojik perspektifini incelemesi de buna örnek verilebilir. Yaşlanma süreci ve insanın anlam yaratması, Beauvoir’in kitabı Yaşlılık’da çeşitli şekillerde incelenmiştir.
Aslında varoluşçu yazarların kurgusal olmayan eserleri daha şiirsel ve bilinçli şekilde çağrışımcıdır. Kierkegaard’daki korku ve ürperti, Nietzche’nin mitolojik metaforları ve kısa ve öz aforizmaları, Bedyaev’in teolojik ruhu ve büyük tarih anlatımı, Arendt’teki detektif romanı stili, Husserl’in kişisel duygusallığı buna örnektir ve bu örnekler bu filozof-yazarların gerçeküstülükle bağıntılı olduğunu gösterir. Hatta Dostoyevski ve Kafka gibi yazarları da bu katogoriye dahil edebiliriz.
Tesadüf diye bir şey yoktur. Varoluşçuluk varlığın kişisel deneyimine dayalı olduğu için, varoluşçu ontoloji ve epistemoloji objektif bir şekilde formülize etmek ve rasyonelleştirmekten zira doğrudan deneyimlenmişi amaçlar. Varoluşçu için subjektiflik deneyimdir, dolayısıyla gerçeklik, hayaller, halüsinasyonlar, delilik, aşk, korku, ölüm, insan bilincindeki ve özgürlük deneyimiyle alakalı herşey, diğerlerine karşı duyulan sorumluluk, anlam yaratımı da birer deneyimdir. Varoluşçu estetik, deneyim üzerine kuruludur ve biçimciliğe kuşkuyla yaklaşır, estetik çabanın politik ve etikten ayrıştırılmasından hoşlanmaz.
Herbert Marcuse tarafından öne sürüldüğü gibi, estetiğin varoluşsal sosyolojisi, ticari amaçlarla, sanatçının yaşamını sürdürmesi için yarattığı sanatla, böyle endişelerden uzak dolayısıyla sembolik üstünlükle daha alakadar olan bağımsız sanat arasındaki çarpışmayı çözümleyebilir. Varoluşçuların estetikle teoride ve pratikte yakından ilgilenmeleri şaşırtıcı değildir. Öte yandan, başka hangi felsefik akım bunu yapabilirdi ki? “Bir ampulü kaç varoluşçu değiştirebilir?İki. Biri ampulü değiştirir, diğeri de ampülün subjektiliğin Hiçbirşey Dünyasındaki parlak fenerini sembolize ettiğini gözlemler”.
Şimdilerde bu söylemler, okur yazarlığın elektronik yayınlarla – radyo oyunları gibi – birlikte daha da güçlendiği çağımızda teknolojik altyapılarla sağlamlaştırılmıştır. Zengin multimedya ve özel efektlerin gelişmediği zamanlarda doğal olarak tarihsel varoluşçu sinema bu teknolojik kısıtlamalar sonucu iyi gelişememiştir. Varoluşçu temalar en açık şekilde Western türünde rastlanır; “The Magnificinet Seven” (ve orjinal “Seven Samurai”)da ana karakterler koruma altına aldıkları ve bu sayede onlara itibar ve kendine güven kazandıran çiftçilerle kendi hayatlarını karşılaştırarak kendi hayatlarını daha az değerli görürler. Jean Genet’nin ünlü filmi Song of Love’da iki mahkum acımasız ve otoriter bir ortamda kurdukları ilişkiyle hapiste bile özgürlüğün kapasitesini sorgular. Son olarak, absürdlüğün birebir örneği olarak gösterilen Paths of Glory’e her zaman bir gönderme vardır; Birinci Dünya Savaşında geçen bu filmde bir grup Fransız askeri Almanlara yapılacak bir intihar saldırısına katılmayı reddederler ve korkaklıkla suçlanarak infaz edilirler.
Her ne kadar bu filmler başarılı yapımlar olsalar da, varoluşçu içerikleri sebebiyle Aristo’nun önerdiği gibi bir mimesisden ziyade birer anlatımdır(diegesis). Özet olarak, mimesis diegesisden bir hikayenin anlatılış şekliyle ayrılır. Diegesis, bir hikayayi doğrudan anlatır, mimesis ise temsili eylemler aracılığıyla hikayeyi anlatır. Mimesis, açıklamaktan ziyade temsil etmeyi amaçlar. Ama bu temsilde bazı kurgusal ayrıntıların, bir sahnenin gerçekçi olmayan içeriklerini anlatılmasına bile müsade edilmez; bu yüzden Plato mimesisi taklit olarak değil sahte temsil olarak betimler. Picasso’nun Guernica resmi, bir mimesis örneğidir; kübist şekiller savaş alanındaki sivillerin yaşadığı korku ve hayatta kalma mücadelesini temsil etmek amacıyla dramatik olarak resmedilmiştir. Sinemada en basit ve hatta en önemsiz unsurlar anlatım çerçevesinin dışındaki sahnenin duygusal içeriğini vurgulamak için buralarda müzikten yararlanılabilir.
Tabii ki bu varoluşsal sinemada kullanılan tek mimetik unsur değildir. Jean Luc-Godard’ın “Breathless” filmi sadece anlatımdaki baştan çıkarma ve aldatmanın varoluşumsal şartlarını incelemez aynı zamanda atlama tekniğinin yenilikçi kullanımlarını da inceler. Atlama tekniği önceleri seyirciye film deneyiminin gerçekdışılığını gösterme amacıyla kullanılıyorken Goddard’da bellek, temsil ve hafızaya bir destek olarak karşımıza çıkar. Bellek ve deneyim geçici sıralamalarla meydana gelmez tam tersine bazı çalışmaların da gösterdiği gibi gerçek zamana nazaran subjektif zamana ve deneyimin en dramatik ve en anlamlı bölümlerine yoğunlaşarak subjektif belleğe bağlı olarak gerçekleşir. Aynı şekilde Resnais ve Robbe-Grillet’nin “Last Year at Marienbad” filminde olayların temsili insan bilinci metaforunun akılda kalır imgelerinden oluşmuştur, örneğin geometrik bahçe sahnesinde insanlar uzun karanlık gölgeler bırakırlarken ağaçların gölgesi yoktur.
Bilimkurguda da varoluşçu temalar temsillerini mimetik şekillerde gerçekleştirirler. Philip K.Dick’in Do Androids Dream of Electric Sheep romanından uyarlanma olan Blade Runner filminde baş karakterler oldukça kısa bir yaşam süresine sahiptir. Zengin metaforlar ve dramatik olaylar sağlıklı bir bedenin son saatlerini gerçekçi bir deneyim olarak gözler önüne serer ve böylece film hem anlatımsal hem de mimetik anları ve çekimleri seyircilere sunar. Müzik bu her iki yaklaşımla ve durumla aynı anda birleşir, özellikle Rachel’s Song’un hem tesadüfi ve yarı bilinçli hem de anlatımın asıl parçası olarak verilişi buna önemli bir örnektir.
Son olarak, büyüsel gerçekliğin çağdaş anlatımında varoluşçu temalar ve mimetik araçlar arasında farklı bir geçiş vardır. Fantastik romanlar yazan yazarları bir zamanlar kibarca tanımladıkları şekilde çağdaş büyüsel gerçekçilik de tasarlama süreci ve filmin birden fazla şekillerde analiz edilmesine olanak sağlayan tesadüfi olayları açıklamayı amaçlayan subjektif rasyonelleştirmeleri aydınlatmak olarak tanımlanmıştır. Örneğin Juan Bayona ve Sergio Sanchez’in “The Orphanage” filminde bir aile, annenin bir yetim olarak yetiştirildiği eve taşınır, kadının oğlu “hayali arkadaşlar”la annesinin delirmesiyle aynı zamanlı olarak karşılaşmaya başlar; Guillermo del Toro’nun “Pan’s Labyrinth” filminde ikinci dünya savaşında İspanya’da sadist ve faşist bir ordu komutanın üvey kızı kendine bir hayal dünyası yaratır ve orada yaşamaya başlar. Her iki filmde de fantastik ve gerçekliğin belirsizliği kişisel deneyimin aklı başındalığı ve deliliği arasındaki belirsizliğin bir yansımasıdır.
Bu yazıdan iki ana mesaj çıkarılabilir. İlki, bütün felsefe akımları içersinde ilgilendikleri kişisel olaylar sebebiyle teori ve pratikte en çok katkı sağlayanlar varoluşçulardır. Analitik-mantıksal gelenek içinde felsefenin içerik olarak bu kadar zengin ve çeşitli, izlenim ve ifadede bu kadar titiz olmaları ve bu gelenekteki bireylerin sanatsal fayda ve yaratıcılık göstermeleri nerdeyse inanılmazdır. İkinci mesaj ise varoluşçu sınıflandırmadan bahsederken yirminci yüzyılın ortasındaki elli yıllık periyodun en doruk noktasını bu dönemi sınırlanmaktan kaçınmaktır. Böyle bir yaklaşım estetiğin varoluşçu analizini sadece diegetik (anlatımsal) örneklere indirger; oysa ki özel efektler ve yeni sinema tekniklerin gelişmesiyle mimetik yaklaşım varoluşçu çalışmalara daha zengin bir altyapı sağlayabilir. Böylelikle özgürlük, sorumluluk, anlam ve özellikle izlenimlerin subjektif deneyimini inceleyen yeni fırsatlar yakalanılabilir.
İyi “Kötü Film” için çeviren Duygu Arslan
- Etiketler: Albert Camus Aristo Blade Runner diegesis Do Androids Dream of Electric Sheep Existentialist Aesthetics and Mimetic Cinema Existentialist cinema Guernica Guillermo del Toro Herbert Marcuse Jean Genet Jean Paul Sartre Jean-Luc Godard Juan Bayona Kierkegaard Last Year at Marienbad Mimesis Nietzche Pan’s Labyrinth Paths of Glory Philip K.Dick Picasso Robbe-Grillet Sergio Sanchez Seven Samurai Simone De Beauvoir Sisifos Song of Love The Magnificinet Seven The Orphanage Varoluşçu Estetik ve Mimetik Sinema varoluşçuluk
Yorumunuz: