Yazarlığını ve yönetmenliğini Sean Byrne’ın yaptığı The Loved Ones, yönetmenin ilk uzun metrajı. Tohumlarının, sürdüğü arabanın arkasında atıldığını öğrenen Brent bunları duymamış olmayı dileyerek babasıyla şakalaşırken, bir anda karşısına çıkan gizemli adama çarpmamak için direksiyonu kırar ve olaylar gelişir. Kaza sahnesiyle giriş yapan film, altı ay sonrasına götürür bizi. Sessiz ve içine kapanık Lola, hayallerini süsleyen prensini aramaktadır. ‘Princess’ Lola’nın “dansa benimle gelir misin?” teklifini kibarca reddeden Brent, sonradan pişman olacağı reaksiyon zincirini başlatmış olur. Brent ile annesi arasındaki kaza sonucu yaşanan bunalım diyaloglarının ardından, rahatlamak için kendisiyle baş başa kalabildiği yerde soluğu alan kahramanımız; Lola’nın babası tarafından kaçırılır. Mezuniyet balosu gecesini kız arkadaşı Holly ile kutlamasını sabote etmenin yolunu, diğer kurban/kurbağalara uyguladığı yöntemlerle sürdürmeye kararlı Lola ise evcilik oyununu başka boyutlara taşımaya çoktan başlamıştır. Gözlerini açtığında kendisini bambaşka bir partide bulan, özel olarak giydirilen Brent ve Bright Eyes lakaplı -alnına Lola tarafından üçüncü gözü açılan- çekirdek ailenin diğer üyesi için asıl kaos başlar.
Ondan fazla festival seçkisinde yer alan, Almanya’da ‘Pretty in Blood’ ismiyle de gösterime giren The Loved Ones, kan bağı/baba/anne dengesini paralize olmuş şekilde verebilen ama ensestlik konusuna biraz daha farklı şekilde yaklaşmayı deneyen bir film. Yardımcı oyuncular hariç asıl dörtlü Brent (Xavier Samuel), Princess Lola (Robin McLeavy), baba (John Brumpton) ve Holly (Victoria Thaine) etrafında gerilimin bir an bile hız kesmediği, kanlı balo filmlerine selam çakan eğlenceli yapımda ışık kullanımı nefis! O kadar karmaşa içinde “bu da mı var!” denilen mutasyonlar (spoiler olmasın) da mevcut.
Filmde olmazsa olmaz ama bir türlü haz edemediğim ‘Pretty Enough’ parçası hariç kullanılan ve cuk oturan soundtracklerin yanında fevkalede (herbiri birbirinden iyi) oyunculuklar göz kamaştırıcı! Yönetmen Sean Bryne, sadece Lola’yı değil, Lola’yı canlandıran Robin McLeavy’yi de farklı şekilde karakterize etme çalışmalarına girişmiş. Oliver Sacks’in eseri The Man Who Mistook His Wife for a Hat ve yönetmenin verdiği şarkılarla rolüne hazırlandığını söyleyen McLeavy, Korsakoff Sendromu’nu anlaşılır kılmaya çalışmış. Önce mesele, Lola’nın kendi beynindeki boşlukları doldurması iken, filmdeki asıl prensinin babası olması yanılgısıyla yön değiştiren oklar, ebeveyn ilişkilerinin kontrolden çıkması meselesine dönüşüyor. Tipik minimal İngiliz korku yapımları gibi başlayan ama Avustralya’da geçen yapım o kadar sade ilerliyor ki yıllardır rahatça gözden kaçabilen oyuncuların karşılaşabileceğimiz en iyi performanslarına şahit olmuş olma olasılığımızı düşünmeyi erteletiyor. Seksen beş dakika fazla hızlı geçiyor.
Hayalkırıklığının sonuçlarının, saplantı sendromundan muzdarip kişilerce ne kadar uç noktalara sürüklenebileceğini şirin şekilde “Am i not pretty enough “ sözleriyle anlatan sinir bozucu parçayla sık sık dile getiren ‘The Loved Ones’, son yıllarda denk geldiğim en sağlam yapımlardan.
Yağmur Özdemir (yagmurozdemir@iyikotufilm.com)
Yorumunuz: