Quentin Tarantino filmleriyle dünya çapında popülerliğe sahip ve ana akımda da yer edinmiş bir yönetmen bildiğimiz gibi. Ama şu da göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir ki ilham aldığı tür B movies olarak adlandırdığımız filmlerdir. İstismar filmlerine olan ilgisi de hep belirttiği bir yönüdür. Her filminde de bunlara çeşitli göndermeler yapıyor.
Onun zevkine olan saygımız büyük.
Bir röportajında kendisine göre en iyi 20 Grindhouse filmini şu şekilde sıralamış :
20. The Pom Pom Girls (1976)
“They were the girls of our dreams…”
Joseph Ruben‘in yönettiği ve Robert Carradine, Jennifer Ashley gibi isimlerin oynadığı Amerikan yapımı bu filmde klasik bir hikaye var. Amigo kızlar ve takım oyuncuları arasındaki aşk entrikalarıyla alakalı olan filmde aynı zamanda takımların birbirleriyle olan rekabetleri de anlatılıyor. Tarantino’nun bu filmdeki enteresan diyaloglardan ya da gençlik filmi klişelerinden ilham almış olması muhtemel.
19. The Savage Seven (1968)
“They fear no man.Respect no law and tonight they ride for revenge.”
“Death Proof” gibi filmlerinden de görüyoruz ki Tarantino çete savaşlarından etkileniyor. Bu filmi de seviyor olması bu nedenle son derece mantıklı. Motor sürücülerinden oluşan çetelerin birbirleriyle olan rekabetlerini anlatan bu film de kendi konusu dahilinde bir klasik. Vahşet ve öfke unsurlarının filmde önemli yer kapladığını da belirteyim.
18. The Chinese Boxer (1970)
“See the sweeping hand of death strike without mercy.”
Hong Kong’da çekilmiş olan ilk gerçek kung fu filmine tanık oluyoruz. Karate gibi diğer dövüş sanatlarının da film üzerinde büyük etkisi var. Tabi ki Tarantino’nun Kill Bill filminin de bunlardan büyük ilham aldığı açıkça görülüyor. Chinese Boxer bir çok röportajında belirttiği gibi Tarantino’nun en sevdiği filmlerden biri. Jimmy Wang Yu ise bir Bruce Lee olmasa da ondan önce bu tür filmlere başlamış bir oyuncu.
17. Suspiria (1977)
“The only thing more terrifying than the last 12 minutes of this film are the first 92.”
İtalyan korku ustası Dario Argento‘nun görsel tarzına yakın olan yönetmen sayısı azdır. Bu özelliği de tüm yönetmenler arasında onu farklı bir konuma yerleştirdi. Suspiria Amerika’dan Avrupa’ya gelerek bale okuluna katılan bir dansçının hikayesi. Filmin başından itibaren söz konusu karakter ilginç ve dehşet verici olaylarla karşılaşır. Hatta filmin açılışı için de bu türün en iyi açılış sahnelerinden biri diyebiliriz. Filmi benzer örneklerinden farklı kılan ise görsel öğelerin kullanımı ve inandırıcılığı.
İzleyiciyi de ana karakter gibi kafası karışık hale getirmesi de filmin önemli özelliklerinden biri.
Orjinalliği, teknik öğelerin kullanımı ve İtalyan sinemasının korku filmlerinde ne kadar başarılı olabileceğini göstermesiyle bu film tam anlamıyla bir klasik olarak anılmayı hakediyor.
16. Thriller : A Cruel Picture (1974)
“The movie that has no limits of evil..First they took her speech. Then her sight. When they were finished she used what was left of her for her own frightening kind of revenge.”
Küçük bir kız bir parkta oynuyor, güzel çiçeklere bakıyor. Açık sarı renkte bir elbise giyiyor. Bir yaprak koparıyor ve yaşlı bir adama götürüyor. Ama başına gelenler masumiyetiyle uyumlu olmuyor..Yıllar sonrasında aynı karakter bu sefer yaşadığı kötü tecrübelerin etkisiyle konuşma yeteneğini kaybetmiş olarak karşımıza çıkıyor. Daha sonra yaşadığı olaylar nedeniyle de bir gözünü kaybediyor. Bunun üzerine kendisinden alınan duyularını intikam içgüdüsüyle kapatmaya çalışması filmin kalanını oluşturuyor.
İntikam konusu Tarantino’nun da sevdiği bir mevzu. Kill Bill‘de Uma Thurman‘ın yolunda karşısına çıkan ve Bill’in sağ kolu olmaya kendini adamış karakterlerden birinin tek gözünü kaybetmiş olması da bir tesadüften öte bu filme bir gönderme denebilir.
15. The Lady in Red (1979)
“She’s made of bullets, sin and bathtub gin.”
Sırada bir gangster filmi var. 1930ların klasik gangster filmlerinden temasını alıyor ve Dillinger rolünde Robert Conrad bulunuyor. Ayrıca yan rollerden birinde Christopher Lloyd da görülebilir. 1930lardan etkilenmiş olsa da 70li yılların klasik şiddet anlayışına uygun bir film aslında. Klasik gangster temalı düşük bütçeli istismar filmlerinden ayrıldığı nokta ise hikayeyi esas kızın bakış açısından anlatması. Gangster diyince bir de Reservoir Dogs akıllara hemen gelir tabi.
14. The Psychic (1977)
“Suddenly she could see into the future and saw her own murder.”
İngiltere’de bir kadın intihar eder ve ondan millerce uzakta Roma’da olan kızı bunu görmüştür. Olanları önceden görme yeteneği bununla sınırlı kalmaz. Bu sefer de hayallerinde, başı kanayan bir kadın, dergi kapağında güzel genç bir kadın, kırık bir ayna, yanmaya devam eden bir sigara ve de karanlıkta kaybolan bir adam görmeye başlar. Filmin yönetmeni Lucio Fulci gözlerine kamerayı her yaklaştırdığında kadın bu görüntüleri tekrar görür.
Genel manada bu film Fulci’nin en başarılı çalışmalarından biri. Sadece şiddet öğelerinin ustaca kullanımından dolayı değil, aynı zamanda hikayenin işlenişi bakımından da böyle. Klasik bir Giallo filmi gibi görünse de aslında bunun çok daha ötesindedir.
Bu arada listeyle alakalı olarak belirtmek gerekir ki, Kill Bill Vol:1 (2003), bu filme yapılmış bir referans da içermektedir.
13. The Streetfighter (1974) / Return of The Streetfighter (1974) / The Streetfighter’s Last Revenge (1974)
“If you’ve got to fight, fight dirty.”
“The incredible Sonny Chiba is back. And he’s meaner than ever.”
“Who can stop Sonny Chiba’s fist of fury?”
Sonny Chiba‘nın (Terry) rol aldığı bu üç filmdeki kavga sahneleri son derece başarılı. Performansı izleyenleri eğlendirmeyi de başarıyor. Özellikle de brütal Japon karate dövüşü izlemek istiyorsanız, bu seri tam size göre. En iyi sahnelerden biri de Junjo ve Terry’nin yağmur altında bir gemide dövüşmeleri. Final sahnesi de yine aynı şekilde dikkatle izlemeye değer.
12. Wipeout (Il Boss) (1973)
Polizotteschi türünde en iyi filmlerden bazılarını bu filmin de yönetmeni olan Fernando DiLeo yönetmiştir. Benzerleri gibi 1970lerdeki İtalyan mafyasının hayatını inceleme şansını izleyicilere sunuyor. Hollywood filmleriyle arasındaki fark ise o filmlerde olduğu gibi mafyalığı sürekli zafer kazananlar olarak değil de aslında hoş olmayan bir hayatın içinde olanlar şeklinde, daha gerçekçi biçimde göstermesi. DiLeo’nun diğer suç filmlerinde olduğu gibi bu filmde de hiç kimseye güvenilmemesi gereken bir atmosfer söz konusu.
Pulp Fiction‘da da mafya ile alakalı durumlara sıkça rastlanıyordu.
11. Master of the Flying Guillotine (1976)
“It’s a mean machine cuts your head off clean.”
Dövüş sanatlarıyla ilgili yapılmış en iyi filmlerden biri de bu. Wang Yu yönetmenliği ve koreografi harika. Filme adını veren Fung Sheng ve The One Armed Boxer adındaki karakter arasındaki sahne özellikle dikkate değer. Ancak gerçekten kung fu bilen birinin gerçekleştirebileceği doğa üstü gibi görünen hareketler de bu filmde yer almış. Duvarda yürüyüp havada dönen adamlar görebilirsiniz örneğin.
10. The Last House On The Left (1972)
“To avoid fainting, keep repeating it’s only a movie, it’s only a movie..”
Bu film hakkında bir şeyler duymak her zaman mümkündür, birinden ya da bir belgeselden. Aynı zamanda ünlü korku filmi yönetmeni Wes Craven‘ın ilk filmi olma özelliğini de taşıyor. Konusuna gelince, Mari ve arkadaşı saf bir şekilde doğumgünü eğlencelerinden dönerken sokaktaki bir kaç bilinçsiz kişi tarafından katledilir. Ama aynı kişiler kızın ailesinin evine de gitmeye kalkınca olaylar “grindhouse” terimini gerçekten hakedecek şekilde gelişir.
9. The Girl From Starship Venus (1975)
“She came to earth to stay and play.”
Uzaydan gelen karakterler filmlerde genelde araştırma yapmaya, canlıların özelliklerini keşfetmeye, kendi gezegenleri için enerji kaynakları bulmaya gelirler (mesela David Bowie “The Man Who Fell to Earth” filminde böyle yapmıştı tabi sonrasında dünya şartlarına uyum sağlayıp hazin bir şekilde geri dönememişti). Bu filmde ise baş karakterimiz eğlenmek için ve seks için geliyor. Filmin diğer adı da bununla uyumlu olarak “The Sexplorer”.
Genel olarak eğlenceli olduğu söylenebilir. Görsel efektlerin fazla kullanılmamasıyla, seks şovlarını gösteren sahneleriyle klasik bir B film. Bunun yanında mizah unsuru ve aşk temasıyla da ilgi çekici.
8. The Mack (1973)
“There’s a new kind of hero on the streets.”
Blaxploitation filmlerinin en yaygın alt türlerinden biri de “pimp” filmleriydi. Bu filmin en iyilerden birisi olmasının nedeni de Oakland’de çekilmiş olması. Bunun yanında oyuncular da gerçekten bu bölgenin insanlarından seçilmişti.
Eğer Blaxploitation filmlerini daha önce fazla izlemediyseniz bu filmle başlamak iyi bir tercih. Dram, komedi gibi farklı türleri bir araya getirmesi ve “pimpin'” tarzıyla öne çıkan bir film.
7. Five Fingers of Death (1973)
“Learn the secret of the five fingers of death.”
1973 yılında Amerikan pop kültüründe yeni bir akım başladı : kungfu. Bruce Lee‘nin hit filmi Enter The Dragon, David Carradine‘ın oynadığı “Kung Fu” adındaki TV dizisi ve söz konusu bu film kung fu çılgınlığını başlatanlar oldular. 1973ten itibaren izleyiciler pek çok değişik dövüş sanatını konu alan film gördüler ama kung fu filmlerinin diğer aksiyon filmlerinde görülmeyen türde bir enerjisi ve atmosferi var.
Five Fingers of Death, genç bir dövüş sanatları öğrencisinin hikayesini anlatıyor. Hocasından “Demir Yumruk” adında özel ve ölümcül bir teknik öğreniyor ve de bunu kullanması gereken olaylar gelişiyor.
Kısacası bu film yapılan tüm kung fu filmleri arasında en iyilerinden biri. Bu tür filmlerde arayacağınız tüm özelliklere sahip : mükemmel kung fu dövüşü, harika karakterler, iyi ses efektleri, müzik ve iyi yönetmenlik.
İşte Tarantino da muhtemelen “ölümcül parmak vuruşu” detayını kullanırken burdan örnek aldı.
6. Rolling Thunder (1977)
“Another shattering experience from the author of Taxi Driver.”
Bazı durumlarda iyi üne ve özelliklere sahip filmler çok fazla karşımıza çıkmaz. DVD olarak bulmak zor olabilir ya da TV’de rastlayamayabiliriz. Ama bu filmler dünya çapında kitleye sahiptir ve kült film statüsüne erişmişlerdir bile. İşte Rolling Thunder da bunlardan biri.
Vietnam’dan henüz dönmüş olan ana karakter (William Devane) aile hayatına adapte olmaya çalışırken karısının başka biriyle evlenmek istediğini öğreniyor. Bunun yanında iyi şeyler de oluyor ve yaşadığı bölgedekiler tarafından para ile ödüllendiriliyor. Tabi ki bunu duyan hırsızlar da boş durmuyor evine giriyorlar, işte bu noktadan sonra şiddet içerikli durumlarla karşı karşıya kalıyor. Eşini bu olay sonucunda kaybediyor ve kendisi de ağır şekilde yaralanıyor ama iyileştikten sonra dışarı çıkıp intikam almaya karar veriyor.
Film Taxi Driver‘ı da yazmış olan Paul Schrader tarafından yazılmış. Burda da yine Vietnam’dan dönüp şehir hayatına adapte olma teması mevcuttu sinemaseverlerin hatırlayacağı gibi. Ama Rolling Thunder tam olarak bir aksiyon filmi değil hatta sonundaki sahnelere kadar da nispeten yavaş ilerliyor. Bu durum da filmin daha karakter odaklı olmasına ve Rane karakterinin izleyiciler tarafından iyi analiz edilmesine neden oluyor. O bir Air Force pilotuymuş, Rambo gibi bir savaş ustası değilmiş belki. Ama yaşadığı zorluklar sonuçta onu daha güçlü yapıyor.
Schrader bu filmde de karakterin ruh halini iyi yansıtmış. Vietnam flashbackleri, birden şiddet duygusuna kapılması ve geleceğe yönelik kararsızlık hali ağır basıyor.
Rolling Thunder kült bir film çünkü Vietnam sonrası dönemi en iyi anlatan filmlerden biri. Savaşa katılanların aklında ve bilinçaltında yerleşmiş olan şiddet hatıraları, bunun sonrasında yeni hayatlarına karşı yaşadıkları adaptasyon sorunu, metafor şeklinde bile olsa onları tekrar Vietnam zamanına döndüren olaylar bu filmde de son derece iyi anlatılmış. 1970lerin eleştirel filmlerini seven herkese öneririm.
5. Coffy (1973)
“She’s the godmother of them all.”
Coffy rolünde Pam Grier var ki kendisi bu tür filmlerde baş rolün vazgeçilmezlerindendir. Kendisi aslında seksi bir hemşire rolünde ama yaşadığı tatsız olaylar nedeniyle kendini farklı bir ortamda buluyor. Konusu ilk bakışta sıradan gelebilir ama Pam Grier güçlü kişiliği ve doğal seksapalitesiyle farklılık katıyor. İstismar filmlerine yakışan bir oyuncu olması da bir başka artısı.
Bu aynı zamanda Jack Hill‘in en ünlü filmlerinden ve yine iyi karakterler ve derin bir hikayeyle başarılı bir istismar filmi ortaya çıkarmış. Hatta daha da iddialı bir şekilde bu film ile istismar sinemasının nasıl olması gerektiğini tanımlamış diyebiliriz. Bu tür filmlerde olması gereken her şeye sahip, özellikle de adrenalini her zaman ayakta tutan çizgi roman benzeri aksiyon.
4. Halloween (1978)
“The night he came home.”
İşte klasik bir slasher filmi. Halen de tüm zamanların en iyi ve en ünlü slasher filmlerinden biri olma özelliğini koruyor. Özünde bu tür filmlerin çoğunda olduğu gibi bir adet katil üzerine kurulu. Aynı zamanda ünlü korku filmi yönetmeni John Carpenter‘ın en iyi filmi denebilir. Yönetmesinin yanında filmi yazanlardan biri de kendisi aynı zamanda. Sadece bunlarla da kalmamış ünlü film müziğini de bestelemiş ki kendisi film müziği sanatçısı olarak da iyi bilinir. (Ülkemizde “Nuri Alço müziği” olarak bilinen “The End” de kendisine aittir zira.)
Halloween gecelerinde terör estirmeyi seven bir karakter var ve film adını da hali hazırda burdan alıyor. Baş rol oyuncularından Jamie Lee Curtis bu filmdeki rolüyle sinema kariyerine başlamıştı ki gerçekten kayda değer bir başlangıç olmuştu.
Bütün bunların yanında en başarılı bağımsız filmlerden biri olma özelliğine de sahip, 300.000 dolarlık bir bütçesi olmasına rağmen 70 milyon dolarlık bir gişe hasılatı elde etmiş. Bu büyük başarıdan sonra 8 tane Halloween filminin gelmesi de beklenen bir şeydi tabi ki. Bunların yanında bir yeniden çekimi de yapıldı. Ama bütün filmler arasında en iyisi halen ilki. 1980lerde yaşanan slasher film patlaması da bu filmin popülerliği sayesinde oldu. Tabi hepsi bu kadar başarılı olamadı. İçlerinde Halloween’e yakın olarak görebileceğimiz ve haklı olarak da başarıyı yakalayan film Friday the 13th.
Bunun yanında filmi başarılı kılan özelliği şiddet içerikli olması değil ki şiddet sahneleri aslında çok da açık gösterilmiyor, izleyiciyi belki de tam olarak göremedikleri nedeniyle daha da çok etkiliyor.
Özet olarak bu film Carpenter’ın kariyerindeki en başarılısı ve korku sinemasının en uzun süreli hatırlanan ve ilham veren filmlerinden biri. Aslında basit bir hikayesi var – bir bebek bakıcısı durdurulamaz bir seri katil tarafından kovalanıyor – ama yönetmen Carpenter bu hikayeden kendine özgü bir tarzı olan, akıllıca ve gerçekten de amacına olaşan bir film çıkarmayı başarmış.
3. Night of the Living Dead (1968)
“They won’t stay dead.”
Night of the Living Dead 1967 yılında siyah beyaz olarak ve 14000 dolar gibi gayet düşük bir bütçeyle çekilmiş. Daha çok kısa film geçmişine sahip isimler filmin yapımında yer almış. Sonuç olarak düşük bütçeli bağımsız bir korku filminden en iyi sonucu çıkarmak için yapabilecekleri her şeyi yapmışlar.
Kendisinden önce çekilen çeşitli filmlerden ilham alınarak yaratılmış. Bunlar arasında Carnival of Souls, The Flesh Eaters sayılabilir. Roger Corman‘ın 1956 tarihli filmi Day The World Ended yine aynı şekilde önemli ilham kaynaklarından. Bu film de son derece düşük bütçeliymiş, sadece 9 günde çekilmiş. Konusu ise bir evde tıkılı kalan insanların mutasyon geçirmiş başka bir grup insan tarafından saldırıya uğraması.
Night of the Living Dead yaratıcıları bütün bu filmlerden aldıkları fikirleri bir araya getirerek ortaya klasik olarak adlandırılacak bir film çıkarmışlar.
Bunun yanında aslında sinemada yeni bir alt türün ortaya çıkmasını sağladılar. İnsan eti yiyen zombileri anlatmasının yanında farklı özellikleri de var. Protagonist olarak adlandırdığımız ana karakterlerin aslında her zaman kazanan taraf olmayacağı mesela. Diğer bir özelliği ise politikal anlamda mesajlara sahip olmaları. Özellikle ırkçılık ve sosyal sınıflanma konusunda metaforlar içeriyor.
Yönetmen George Romero bu düşük bütçeli filmle sinema endüstrisinde büyük değişimlere ve etkilere de neden oldu. 1950lerde stüdyo sistemi nerdeyse ölmüştü ve medya televizyon odaklı eğlence anlayışıyla yönetiliyordu. Hollywood ve New York sinema sektörü nerdeyse ölmek üzereydi çünkü sinema izleyicisinin önemini unutmuşlardı.
Night of the Living Dead aslında isteyen herkesin düşük bütçeyle de olsa film yapabileceğini kanıtlamış oldu. Ülke çapında yüzlerce bağımsız film yaratıcısına bu şekilde ilham kaynağı oldu. Tabi ki kendisinden sonra yapılan çok sayıda zombi filmine de.
2. Dawn of the Dead (1978)
“When there’s no more room in hell, the dead will walk the earth.”
Bu filmin ana fikri yönetmen Romero, arkadaşı tarafından açılan bir alışveriş merkezini ziyaret edince doğmuş. Monroeville Mall adındaki bu alışveriş merkezi şimdilerde de turistler tarafından ilgi gören bir yer. Sinemaya kattıkları açısından baktığımızda filmdeki çekimler dikkate alınmalı ve tabi ki karakterlerin derinliği. İzleyiciye karakterlerin çaresizliğini, acısını ya da yalnızlığını hissettirmesi bakımından da takdire değer.
Özünde insanlar ile zombiler arasındaki kavgayı tema alıyor başından sonuna. Belirli bir hikayeye bağlı kalmaktansa bunun ön plana çıkarılması üzerinde durulmuş. Silahlı kavga sahnelerinin gerçekçiliği de bir başka önemli unsur. Romero, ana karakter de olsa bu gerçekçiliği koruyabilmek adına karakterlerin yenilmesinden de çekinmiyor. Pasta savaşı gibi sıradışı sahneler de olduğunu eklemeliyim.
İşin özünde filmde insanların da kendi hayatlarından yana sıkıntıları var, zombiler de kendilerinden alınmış hayatları onlardan almak derdinde. Bu ana konu anlatılırken de iyi görsel efekler, iyi ses efektleri, oyunculuk, yönetmenlik bir araya gelince zombi filmlerinin ve grindhouse filmlerinin en iyilerinden biri yaratılmış doğal olarak.
1. Texas Chainsaw Massacre (1974)
“Who will survive and what will be left of them?”
1974 yılında genç bir yönetmen daha sonraları en yaratıcı ve kendi türü için en ilham verici korku filmlerinden biri olarak tanınacak bir filmi yaratmaya karar verdi. Yönetmenin adı Tobe Hooper ve filmin adı Texas Chainsaw Massacre. Film biraz da olsa 1950lerin seri katili Ed Gein hakkındaki bir kitaptan etkilenilerek yapıldı. Hitchcock yönetmenliğindeki ünlü film Psycho da yine aynı şekilde bundan etkilenmişti.
Film bir bakıma sonrasında olacakları belgeler şekilde açılıyor daha sonra da bir grup gencin yola çıkmaları ve arabalarına bir otostopçuyu kabul etmeleriyle devam ediyor. Bu noktadan sonra garip olaylar meydana gelmeye başlıyor ki gençler de aslında pek tekin bir yola çıkmadıklarının farkına varıyorlar. Sığınmaları gereken bir ev ararken aslında ziyaret etmemeleri gereken yere gitmiş oluyorlar. Burada hastalıkları ile başbaşa bırakılmış ve bu nedenle de nefret dolmuş insanlarla bir araya geliyorlar ki bunların başında da ana karakter Leatherface geliyor.
Filmin adına bakıp da şiddet dolu bir şey bekleyenler bir hayli yanılmışlardı, çünkü filmde neredeyse hiç kanlı sahne yok. Böyle bir çelişki aslında bir tür kara mizah unsuru. Buna rağmen gerçek bir gerilim filmi olması ve izleyiciye bu hissi yansıtabilmesi asıl başarısı. Bir başka özelliği de pahalı ve görsel efektlerle süslü bir Hollywood prodüksiyonu değil de bir çeşit 1970ler belgeseli atmosferine sahip olması. Bu da filmi farklı kılıyor ve onun özel bir yerde olmasını sağlıyor. Ama kesinlikle sadece düşük bütçeli bir korku filmi olarak bakmamak gerekiyor çünkü sadece korku sinemasında değil tüm sinema tarihinde yer edinmiş bir film.
İpek Çakır

- Etiketler: Bruce Lee Carnival of Souls Christopher Lloyd Coffy Dario Argento David Bowie David Carradine Dawn of the Dead Death Proof Enter the Dragon Fernando DiLeo Five Fingers of Death Fung Sheng Halloween Il Boss Jennifer Ashley Jimmy Wang Yu John Carpenter Joseph Ruben Lucio Fulci Master of the Flying Guillotine Night of the Living Dead Pam Grier Quentin Tarantino Return of The Streetfighter Robert Carradine Robert Conrad Rolling Thunder Sonny Chiba Suspiria Texas Chainsaw Massacre The Chinese Boxer The Flesh Eaters The Girl From Starship Venus The Lady in Red The Last House on the Left The Mack The Man Who Fell to Earth The One Armed Boxer The Pom Pom Girls The Psychic The Savage Seven The Sexplorer The Streetfighter The Streetfighter's Last Revenge Thriller: A Cruel Picture Tobe Hooper Wes Craven William Devane Wipeout
Yorumunuz: