iyiköfüfilm

8
Kas
2012

Seul contre tous (1998)

Korku Filmleri kategorilerinde yayınlandı. 1 Yorum Var

Biraz et parçasıyız, fazlası değil.

Zihninin ücra bir köşesinde Godard’ın ve David Lynch’in düşünce yapısını taşıdığını düşündüğüm Yeni Dalga’nın yaramaz çocuğu olarak adlandırılan Arjantin doğumlu Fransız yönetmen Gaspar Noé’nin 1991 yılında çekmiş olduğu kısa metrajlı filmi Carne’nin bütünsel olarak olmasa da devamı niteliğini taşıyor diyebileceğim ilk uzun metrajlı filmi olan Seul contre tous ile konvansiyonel sinemanın kalıplarından uzaklaşmış ve gerçeklik algısını oluşturmuştur. Yalnız belirtmekte fayda var, Seul contre tous izlenilmesi kolay bir film değildir. Neden mi? Çünkü müthiş bir oyunculuk performansı sergileyen Philippe Nahon’un canlandırdığı Kasap karakterinin derinliğine inmeniz ve gerekirse orada boğulmanız gerekiyor. En nihayetinde, alelade hayatlarımızın herhangi bir noktasında “akıl hastası” etiketini yemiş ve o herkeste olduğunu bildiğimiz takdirde herkesten saklamaya çalıştığımız deli gömleğimizin düğmelerini açmışızdır. Diyeceğim şu ki; Gaspar Noé’nin realizmini yakalamak için Kasap ile empati yapma cesaretini göstermeniz gerekiyor. Eğer ki gösterebileceğinizi düşünüyorsanız düğmeleri açmaya başlayabilirsiniz. Yok, düşünmüyorsanız, otuz saniye içinde filmi terk etmenizi rica ediyorum.

Seul contre tous’da Gaspar Noé, karakterler arası diyaloğu seyrekleştirip iç monologlara ağırlık verir ve bizi herkes kadar delirmiş bir adamın karanlığında hiç olmaya ya da var olmaya yürütür. Ha, o iç monologlara dikkat etmek gerekir ki bir yanardağın patlaması gibidir. Daha öncesinde de söylediğim gibi, izlenilmesi kolay bir film değil. Nihayetinde proleter, anti-konformist, homofobik, ensest, insanlara öfke duyan, ırkçı, şiddet yanlısı ve sinemada kolay kolay göremeyeceğimiz -ekstrem- anti-kahraman bir karakter olan Kasap’ın pasifist eğilimi sadece kendi ruhuna değil, bizlerin de ruhuna işkence eder. Ayrıca Gaspar Noé’nin bu gerçekliği ruhumuza işkence ederken bizlere Fransa’da işsizliğin kol gezdiğini, Paris sokaklarının duvarlarının ırkçı sloganlarıyla kaplı olduğunu ve yaşam şartlarının insanları ne denli yorduğunu da gösterir. Peki, sinema toplumsal bir gerçeği yansıtır mı? Evet, tabii ki yansıtır ve işte tam olarak bu noktada Taxi Driver karşılaştırmasıyla karşılarız. Nitekim bu karşılaştırma kaçınılmaz olurdu. En nihayetinde, iki film arası benzerliği rahatlıkla algılayabiliyoruz. Ama bana kalırsa Kasap’ın Travis Bickle’a göre daha gerçeği yansıtması ve onun psikoseksüel motiflerinin ruhumuza işkence edecek kadar inandırıcı olması Seul contre tous’u Taxi Driver’dan daha üst bir noktaya taşıyor.

“Hayat bir tünel gibidir, herkesin kendine ait küçük bir tüneli vardır. Ama sonunda ışık yoktur, ıssızdır, hatıralar bile silinir. Yaşlı insanlar bunu çok iyi bilir. Sıradan bir hayat yaşarlar. Anlayacağınız az bir aylıkları ve küçük bir mezarları olur. Çocuk sahibi olsalar bile bu hiçbir işe yaramaz. Yaşlı ve fakir olduğunda onlar seni bir bakımevine koyarlar. Niye mi? Çünkü ıstırabını sessizce çek diye. Bunu pek önemsemezler, ebeveynlerini sevmezler. Anneni karnını doyurduğu zaman ve babanı para verdiği zaman seversin. Annenin göğüsleri kuruduğunda veya babanın cepleri boşaldığında onları bir kenara atarsın. Hızlı ve ucuz bir şekilde ölmelerini dilersin. Çünkü bu hayatın bir kanunudur. Eğer ki ortada bir miras varsa çocuklar iyi davranır. Ama bir buzdolabı ya da bir televizyon için iyi bir çocuk olmaya gerek yoktur. Belki biraz kendini rahatlatmak için ayda birkaç kere onları arar, cenazelerinde birkaç gözyaşı döker ve üstüne düşeni yapmış olursun. A-ah! Aşk mı? Dostluk mu? Palavra. Gençliğin ilizyonu, tüm insan ilişkilerinin gereksiz olduğunu gizlemek için vardır. Tabii ki dostluk ve aşk işe yarar şeylerdir. Ama sadece kâr getirdiği zaman işe yarar. Gerçek daha çok bozuktur. Anneni seversin, çünkü seni besleyip hayatta kalmanı sağlar. Arkadaşını sana iş bulup hayatta kalmanı sağladığı için seversin. Karını yemek pişirdiği için, aletini rahatlattığı için ve yaşlandığında sana bakacak çocuk verdiği için seversin. Ama çocuğunu bir kez cezalandır ve yaşlandığında senden öç aldığını gör. Cezalandırmak onların aracı olur. Seni bakımevinie koyduklarında bu onların ilgisizliklerini saklamanın özrü olur. En nihayetinde, hepimiz getirdiklerimizin doğrultusunda gideriz. Eh, daha fazla düzüşmek istemiyorsan zamanının dolduğunu anlarsın. Bu hep böyle olur.  Boyun eğmek zorunda olduğumuzu düşündüğümüz, yalnızca üzerimize vurulan bir üreme kodudur. Kendi rızan olmadan doğmaktır. Aletini salla, yeni bir hayat yarat ve öl. Hayat dediğimiz büyük bir boşluktur; her zaman öyle oldu ve öyle olacak. Bensiz de gayet iyi olan kocaman bir boşluk ve ben daha fazla bu oyunu oynamak istemiyorum. Bu hayatta kişisel bir deneyim yaşamak istiyorum, ateşli bir şeyler. Büyük bir makinenin değiştirilebilir bir parçası olmak istemiyorum. Öldüğüm gün, milyonlarca işe yaramaz kişinin birlikte yaptığı gibi daha fazlasını yapmak istiyorum. Şu açıdan bakabilirsin; her budala benim yaptığım şeylerin aynısını yaptı. Bilemiyorum, sebebini bulmam lâzım. Bir özür veya güdelemek için ne bulursam, yirmi yıl daha ayakta kalabilirim. Yani öleceğim zamana kadar. Hayatıma baştan mı başlamalıyım? Porno filmi çekmek istemiştim. Her şey ortada, sebebi bulan insan ırkını anlar. Ya bir kamışla doğar, büyük, sert bir penisle kapanları doldurursun ya da bir vajinayla doğar, penisle doldurulursun. Sonuç olarak, her iki senaryoda yine de yalnızsın.”

Aslına bakarsanız, Seul contre tous, oldukça basit bir senaryoya sahiptir. Ama daha öncesinde de belirttiğim gibi, monologların ağırlığı bu basitliği ortadan kaldırıyor. Peki Gaspar Noé bizi nasıl bir hikâyenin içine sokuyor? Biraz bahsedeyim. Henüz küçük yaşlarda annesi tarafından terkedilen ve sonraları öldürüldüğünü öğrendiği komünist bir babağın oğlu olan Kasap’ın bir otel odasında yaşadığı ilişki sonrası bir kızı olur ve sıradan giden hayatı o an değişmeye başlar. Nihayetinde aile sevgisinin nasıl bir şey olduğunu bilmeyen bir adam artık baba olmuştur. Üstelik beklenmedik bir şekilde dünyaya gelen bu kızını yalnız başına büyütmek zorunda kalır. Başarabilir mi? Evet, olduğu kadar. Bilahare bir yanlış anlaşılma sonucu bir adamı öldürür ve hapse girer. Gerçekliğin üzerine inşa edilmiş bu hapishane, Kasap’ın hayatını tekrar değiştirir. Daha sonrasında ise Paris’e döner ve bizi derinliğinde boğmaya başlar. Neyse ki Gaspar Noé’in görsel yaratıcılığı ve psikolojik gerçekliği doksan iki dakika boyunca sürüyor. Ne kadar rahatsız ediyor olursa olsun, bize gerçeklerden kaçmamamız gerektiğini gösteriyor. Anlayacağınız, gerçeğin daha önce bu kadar canımı yaktığımı hatırlamıyorum. Ha, son olarak, Seul contre tous için Gaspar Noé şöyle demiştir: “Şimdiye kadar yapılmış en rezil filmi yapmak istedim.”

Buğra Şengül

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Facebookta paylaş Twitterda paylaş Mail ile gönder



  • serdar
    14 Kas 2012 16:36

    fazla kasıntı bir yazı olmuş.hissiz.makine gibi.ama harika bir filmdir. noe’nin diğer filmlerini de bekleriz.

  • Yorumunuz:


    İyiKötüFilm Hakkında
    İyiKötüFilm Röportajlar
    İyiKötüFilm Bağlantılar
    Extreme Haribo Giallo For Dummies Immoral Tales Kahramanlar Sinemada Korkucu Once upon in a time in Western Öteki Sinema Sinematik Ters Ninja

    İyiKötüFilm Feeds


    İyiKötüFilm
    yeni