20. yüzyıl başlarında, sinemanın üzerine inşa edildiği yaklaşımlar bir çok teorisyenin söylemleriyle o güçlü ve yıkılmaz görüntüsünden yavaş yavaş sıyrılmaya başladı. İzleyiciye oturduğu yerden sadece izleyerek yaşayabileceği başka bir hayat, gidebileceği bambaşka yerler, kendini özdeşleştirip intikam alabileceği, aşık olabileceği, zaferler kazanacağı, adamlar öldüreceği bir başrol oyuncusu vaat ederek; yaklaşık olarak iki saatliğine ruhumuzun gözlerimiz aracılığıyla bağımsız olacağı garantisi altında süregelen sinema yaklaşımı, görsel olanın gücüne dayanarak çok kuvvetli bir yer edindi kendine.
Sinemanın ortaya çıktığı yıllardaki durumu için kullanılan ‘cinema of attraction‘ dönemi; yani izlediği şeye, ilk kez böyle bir şeyle karşılaştığı için, şimdinin ilk kez 3D film izleyen seyircisi gibi, tüm bedeniyle tepki veren izleyicilerin dönemi geçtikten sonra ortaya çıkan bu bedensizleştirilmiş seyirci türü, sinemanın görme duyusuna hizmet ederek neler yapabileceğini en iyi gösteren seyircidir. Fakat bunun yanı sıra, sinemayı sadece görsel bir etki alanına hapsettiği için de sakıncalıdır. Zira, tam da bizim bedensiz seyircilerimizin parlak çağlarında ortaya çıkması şaşırtıcı olmayan, Freud teorileri de bilinçaltına duyulan merakın artması ve onun incelenmesini popülerleştirmiş ve böylece sadece seyirciler değil, adeta sinemayla uğraşan uğraşmayan herkes bedenini unutma sürecine girmiştir.
Bu duruma ilk itiraz Fenomenoloji’nin ortaya çıkışıyla geldi. Fenomenologlar, yakında neredeyse elinin kolunun yerini unutacak olan insanlığa, bedene geri dönüş çağrısı yaptı. Önce bedensel olanın farkına varılması, bilinç halinin değerlendirilmesi gerektiğini; bedenin, bilinçaltı ve insana dair tüm his ve düşüncelerde ne kadar önemli bir yeri olduğunun unutulmaması gerektiğini söyledi. Şehir hayatı ve modernleşmeyle beraber artık iyice ‘ayıp’ haline gelmiş olsa da bir dokunma duyumuz olduğunu ve cildin de en az dil kadar kuvvetli bir iletişim aracı olduğunu savundu. Başrol karakterlerinin kusursuz ve çoğunlukla erkek cinsiyetli bedenlerinde can bulan seyirci topluluğuna aslında bir film izlediklerini ve bir koltukta oturduklarını hatırlattı.
Sinemasal anlamda, bu bedene dönüş çağrısı Linda Williams‘ın ‘body genres‘ adını koyduğu söylemiyle daha da güçlendi. Williams, kitleler üzerinde etkisi belki de en büyük olan ama estetik açıdan ‘trash’ filmler’ olarak nitelendirilen üç genre’yı bu başlıkta topluyordu: porno, korku ve melodram.
Bu üç genre da, sinemanın sadece görsel olarak değil aynı zamanda bedensel olarak da algılanabileceğini kanıtlar. Vücudun görülen şeyi taklit etmesi, organların ondan etkilenmesi üzerine kuruludur. Filmler herhangi bir sanatsal anlam taşıma kaygısında değil, izleyicinin bedenini tetiklemek kaygısındadır bu sefer. Formüle dökmek gerekirse; porno sperm, korku ter ve melodram da gözyaşı akıtmak için yapılır ve vücudumuz otomatik olarak bu filmlere tepki verir. Bir diğer deyişle, organlarımız filmi izler ve değerlendirirler.
Tüm bu görüşlerin popülerleşmesiyle beraber bu konuya değinen bir çok filmin de farkına varıldı. İzleyicinin bir bedeni olduğunu da hesaba katan filmlere ilgi arttı ve ikinci bir ‘cinema of attraction‘ süreci hedeflendi.
Ünlü sinema teorisyenlerinden Vivian Sobchack‘ın The Piano (1993) filmiyle ilgili söylediği şu sözler güzel bir örnek olabilir konuyla alakalı: ” As I watched The Piano’s opening moments , something seemingly extraordinary happened. Despite my ‘almost blindness’, the ‘unrecognizable blur’ and resistance of the image to my eyes, my fingers knew what I was looking at.”
Bunun yanı sıra, bilinen bir örnek olarak David Cronenberg filmleri de pek ala bu düşüncelerin izinden gitmektedir.
Bana kalırsa, görselliğin bu iki dilinin de ne kadar iyi konuşabileceğini bilmek faydalı. Zira birine fazla kulak vermek ve öbürüne sağır olmak, günümüz dünyasında filmlerin hangi amaçlarla kullanıldığı da hesaba katılırsa oldukça tehlikeli. İnsanoğlu, düşünebilse de bir hayvan olduğu gerçeğini unutmamalı.
Yazan: Zeynep Özgüvenç

Yorumunuz: