Sırp sinemasının korku filmi örnekleri arasında dehşet genellikle köklerini gerçeklikten almaktadır. Tıpkı Goran Markovic‘in Déjà vu’sunda olduğu gibi. Psiko-gerilim maskesi altındaki bu film Tito’nun komünist rejimini ve bunun insanlar üzerindeki yıkıcı etkilerini güçlü bir şekilde kınamaktadır. Déjà vu, Mihailo (Mustafa Nadarevic, genç Jack Nicholson’un gücünü kanalize etmektedir) isimli sorunlu bir piyano öğretmenin hikayesidir ve Mihailo akıl sağlığını fakir ama çalışkan bir kız olan Olgica (çok sayıdaki Avrupa prodüksiyonunda rol almadan önce beyaz perdedeki ilk rolü ile güzel Anica Dobra) ile ilişkisi yoluyla korumaya çalışmaktadır. Burjuva ailesinin Komünistler tarafından öldürüldüğü geçmişinin hatıraları Mihailo’nun peşini bırakmaz. Şimdiki zamanda ise (aslında filmin tamamı flashback halinde anlatıldığı için 1970’lerin başları) Olgica Partiye katılmak konusunda endişelidir ama Mihailo bunun ardından gelecek kötülüğün ‘daha önce tanık olduğu’ döngüsüne şahit olmaya devam eder. Olgica sonunda onu daha genç bir adam için terk ettiği zaman Mihailo kendini kaybeder ve bir cinayetler serisine başlar.
Déjà vu‘da korku unsurları, Markovic’in önceki eseri, çiçek hastalığı salgınının yozlaşmış eski Yugoslavya toplumunun bir hikayesine dönüştüğü gerçek bir hikayeden alınmış Variola vera’dan (1981) daha ustaca ve tutarlı bir şekilde işlenmiş. Déjà vu‘nun karmaşık yapısının Dario Argento ve Brian De Palma gibi korku yazarlarından etkilendiği son derece açık. yönetmenin başlıca kaygısı ise geçmişin şimdiki zamanda nasıl yansıtıldığı ve ‘kötülüğün’ bir nesilden diğerine nasıl aktarıldığı. (daha&helliip;)