İyi filmin asgari standartlarını belirleyen kuralların sınırları, bir filmin kötü olarak yaftalanması için gereken yoklukların nelerden ibaret olduğu, konvensiyonel sinema eleştirisini ve onun sadık takipçisi izleyicileri yıllardır meşgul eden bir problemdir. Sinemayı estetik açıdan anlamlı bir bütün olarak kavrayabilmek için onu yutulur lokmalar halinde parçalara ayırmak ve sonu gelmeyen sınıflandırmalara girişmek, hem üretim hem de tüketim yakasında sıkça görmeye alışık olduğumuz bir şeydir. On yıllar, on yıllara; öyküler, öykülere bölünür. Ortaya çıkan doğrusal üretim-tüketim çizgisi, (özünde tedirgin etme amacı taşıyan ürünler için dahi) seyircinin konforunu maksimize etmeyi hedefler. Üretim bandı, eşsiz benzerlikte filmleri ardı arkasına piyasada dolaşıma sokar. Öyle filmler vardır ki, sözünü ettiğimiz doğrusal çizgiye dahil olmak amacıyla banda konulmuş, fakat birtakım dışsal etkenler neticesinde bu çizgide istem-dışı bir sapmaya yol açmıştır. Bu duruma, yaratıcının ortaya çıkacak ürüne –bilinçaltı mesajlar veren görüntüler gibi- kendine ait yamuk bakış açısını gizlice yerleştirmesi, fabrikanın düşük maliyet politikasını gerçekleştirebilmek için yapılan zorlayıcı zihin jimnastiği, dönemin seyircisinin beklentilerini yanlış algılamak gibi örnekler verilebilir. Hatalı üretim, seyircinin iyi ya da kötü olarak adlandıramadığı muğlak bir varoluş noktasında “hiç yaşanmamış sayalım” tepkisiyle karşılaşınca, çoğu zaman geri dönme umudunu bile taşımadan pılını pırtını toplayıp ortadan kaybolur. (daha&helliip;)
