iyiköfüfilm

9
Eki
2011

Bir Türün Doğuşu: Slasher

Kavram-Kuram-Fenomen kategorilerinde yayınlandı. 2 Yorum Var

Slasher alt türü genellikle bir seri katilin insanları vahşi şekilde öldürmesini anlatan filmlerin girdiği kategoridir. Katiller genellikle bıçak, ustura, balta gibi kesici aletler kullanır. Genellikle çoğu korku filmi bu tarz bir konuya sahip olsa da slasher türünü diğer türlerden ayıran kendine ait karakteristik özellikleri vardır. Türdeki filmler çok keskin olmasa da iki kola ayrılır; katilin kimliğinin belli olduğu filmler ve katilin kimliğinin belli olmadığı filmler. Kim olduğunu bildiğimiz filmlerde katiller bazen maske taksa da insanları öldürür, kimin yaptığını biliriz. Katilin belli olmadığı filmlerde ise katil ya maske takar ya da kamera ve ışık oyunlarıyla yüzü görünmez, kim olduğu anlaşılamaz. Bu filmler genelde polisiye yapı üzerine kurulur, filmde bir dedektif olmasa da izleyici kendini dedektif yerine koyup katilin kim olduğu hakkında tahminler yürütür ve film sürpriz bir son ile biter.

Genellikle modern ve post-modern örnekleriyle pek fazla alakası olmasa da ilk slasher örneği olarak Alfred Hitchcock’un yönettiği 1960 yapımı Psycho gösterilir. Fakat Psycho’dan aylar önce izleyiciyle buluşan Peeping Tom bilinen ilk slasher filmidir. Film, kurbanı olan kadınları öldürürken bir yandan da kameraya çeken psikopat bir katili anlatmaktadır. Psycho’nun bütçesinin çeyreği kadar bir para ile çekilmiş olan Peeping Tom gösterime girdiğinde büyük tepkiler almıştır.Alman oyuncu Karlheinz Böhm tarafından canlandırılan Mark Lewis adındaki katil, en az Norman Bates kadar derin bir karakterdir ve Psycho kadar Peeping Tom da Freud’umsu karakter tahlillerine sonuna kadar açık bir filmdir. Aynı zamanda filmde Helen’ın kör annesinin gerçekleri görüp Mark’ın gerçekte kim olduğunu bilen tek kişi olması gibi bolca sembolizm de kullanılmaktadır. Fakat Psycho’nun aksine filmin başında Mark’ın katil olduğunu öğreniriz, öldürürken yüzlerinde oluşan dehşet ifadesini görüntüleyip evindeki projektörde izlediğini biliriz; bilmediğimiz şey ise bunun sebebidir. Nihayetinde eleştirmenlerin küçümseyici ve aşağılayıcı eleştirileri yüzünden yönetmeni Michael Powell’ın kariyerini mahveden Peeping Tom, bugün bakıldığında korku türünün klasikleri arasında doldurulamaz bir yere sahiptir. Film bir yandan sonuna kadar izleyiciyi istismar ediyor, bir yandan da bilmeden “slasher” adındaki bir türün tohumlarını atıyordu. Peeping Tom, 1961 senesinde ülkemizde de Kadın Katili adıyla sinemaları ziyaret etmiştir.

Psycho’ya dönecek olursak, Mark Lewiss’in babasıyla olan ilişkisi kadar hastalıklı bir ilişki de Norman Bates ve annesi arasında vardır. Filmde ana karakterin 45 dakika sonra öldürülmesi gibi cesur manevralar da bulunmaktadır, şimdiki gibi sürpriz bir son için kasan bir sinema anlayışının o zamanlar pek bulunmadığını hatırlatmakta fayda var. Film boyunca sadece iki kişi öldürülmesine rağmen çoğu kişiye göre Psycho, slasher türünün ilk örneğidir. İki filmdeki katil de ruh hastasıdır fakat basmakalıp “deli katil” karakterler değildir. İkisi de gözetlemeyi sever, biri bunu kamerası ile yapar, diğeri ise banyo duvarındaki bir delik ile. İkisi de çekingen ve sessiz sakin kişilerdir. Evrim geçirerek maskeli katillere dönüşecek olan ilk slasher katili örneklerine kısaca göz attığımıza göre daha da geçmişe gidebiliriz.

1932 yılında çekilen Thirteen Women, bir kadının öğrenci yurdundayken melez olması nedeniyle kendisini küçümseyen eski okul arkadaşlarından intikam almasını anlatmaktadır. Çok geniş bir bakış açısı ile yaklaşırsak slasher temellerinin ilk bu filmde atıldığını görebiliriz. Agatha Christie’nin On Küçük Zenci kitabından (daha doğrusu kitaptan uyarlanan tiyatro oyunundan) beyazperdeye adapte edilen 1945 yapımı And There Were None ise kendisinden onlarca yıl sonra çekilecek olan pek çok slasher filmi ile benzer özellikler taşımaktadır. O zamanlar korku filmleri Universal Stüdyoları’nın canavar filmleriyle bağdaştırıldığından Thirteen Women ve And There Were None farklı polisiye denemeleri olarak kalsa da iki film de kendisini seyrettirmeyi başardı. Filmler ne kadar eski tarihli olsa da izleyici kitlelerinin tarih boyunca katliama aç olduğu yadırganmayacak bir gerçektir. Kolezyumlarda yapılan dövüşler, arenalar, gladyatörler; izleyiciler hepsini kan görmek, cinayet görmek için izliyordu. İnsanlık medeniyet yolunda ilerledikçe bu tarz eğlenceler de ellerinden alındı, sonrasında yapay cinayetler izletilmeye başladı. 1892 yılında Paris’te açılan Grand Guignol başta olmak üzere özellikle Avrupa’da görülen “dehşet tiyatroları”, seyircilerin akınına uğruyordu. Bu tiyatrolarda oynayan eserler, kanlı cinayetleri ve özellikle kadın ölümlerini göstermekten çekinmiyordu. Oyunların birçoğu altmışlı yıllarda şu an sinema piyasasının içinde bulunduğu durumu özetlercesine beyazperdeye uyarlandı. Günümüzde uyarlanan korku filmlerinin aslında bu tiyatrolardaki oyunların suyunun suyu olduğunu bilmek tuhaf. Korku tiyatrolarını başka bir yazıya bırakarak kaldığımız yere geri dönelim.

Filmseverlerin ve film yapımcılarının Psycho’yu, insanları, genellikle gençleri kesici aletlerle öldüren manyakları detaylarıyla gösteren filmlerin başlangıç noktası olarak göstermeleri haklı bir iddiadır. Psycho’nun –özellikle- duş sahnesine yapılan göndermeler hala günümüzdeki filmlerde bile yer almaktadır. Lucio Fulci bile New York Ripper filminin Hithcock’a bir saygı duruşu olduğunu söylemiştir. Psycho, türde böylesine etki yaratan bir film olmasına rağmen filmde çok fazla vahşet ve kanlı sahne olmaması da ayrı bir noktadır. Psycho kitabının yazarı Robert Bloch’un vahşet sahneleri genellikle filmde yoktu, filmin en kanlı sahnesi olan merdivendeki cinayet sahnesi ise çoğu filmin ilk birkaç saniyesinde geçebildiği bir örnektir. Deli katil konsepti de orijinallikten çok uzaktadır, yeterince geriye gidersek 1920 tarihli sessiz klasik Das Cabinet des Dr. Caligari filminde bile aynı temanın kullanıldığını görebiliriz (Burada meraklısına ilginç bir not: Filmin 1962 tarihli yeniden çevriminin senaristi Robert Bloch’tır.). Hitchcock’ın modern Amerika’da geçen kan dondurucu hikâyesi kendisinden yaklaşık yirmi sene sonra çıkacak slasher türündeki filmlerde olduğu gibi ahlaksızlığı ölümle cezalandırmaktadır. Bunun yanı sıra seyirciyi beklenmedik şeylerle şoke eder, filmdeki cinayetler ve filmin sonu kesinlikle izleyici tarafından tahmin edilmemiştir, özellikle afişte filmin yıldızı olarak gösterilen Janet Leigh’in filmin ilk yarısında öldürülmesi doğal olarak umulmayacak bir olaydır. 1960 yılının şartlarına göre Psycho, seyirciyi yanlış yönlendirmenin ve şaşırtmanın nadir bir örneğidir. Fakat Psycho’dan 5 sene önce çıkan Fransız yapımı, Henri Georges Clouzot’un yönettiği Les Diaboliques, beyazperdede bir insanın başka bir insanı tuhaf ve doğaüstü olaylarla çıldırmaya çalışmasının başlangıcıdır. Özellikle seyirciyi dehşete düşüren, küvetten kalkan ceset sahnesi filmin en bilinen, en etkili sahnesidir. Film, girmenin zor olduğu Amerikan piyasası dâhil olmak üzere uluslararası bir başarıya imza atmıştır. İki filmin de en korkutucu sahnelerinin banyoda geçmesi ne kadar tesadüftür bilemeyiz. Belki Hitchcock film büyük bir hit olduğunda filmi izleyip küvet sahnesinde herkesin etkilendiği biçimde etkilenerek izleyenleri aynı şekilde korkutacak, Hollywood tarzı bir korku filmi çekme kararı almıştır, bunu da bilemeyiz. Fakat Diabolique’i görmek için saatlerce sırada bekleyen, kısa bir süre sonra düşük bütçeli filmleriyle tanınacak olan Amerikalı yapımcı, yönetmen, yazar ve oyuncu William Castle olayı çözmüş ve röportajlarında anlatmıştır. Castle, izleyicilerin tanımadığı Fransız oyunculara değil, filmin vadettiği korkuya akın ettiğini anlamıştı. Filmin yıldızı filmdeki korkunç sahnelerdi ki bu da kendisinin işine yarıyordu çünkü o zamana kadar çektiği filmlerde asla yıldız oyuncuları oynatamamıştı. Bu motivasyonla önce Macabre, hemen ardından The House of Haunted Hill adlı filmleri çekerek kendini piyasaya tanıttı.

Psycho’nun ticari başarısı doğal olarak taklitlerinin türemesine yol açtı. Yine William Castle,1961 yılında Homicidal adlı filmi ile izleyicilerin karşısına çıktı. Homicidal, Psycho tarzı gerilim ve Hammer Stüdyoları tarzı gore’u birleştiren bir filmdi. Hitchcock’un itinayla kaçındığı görüntülerin aksine Homicidal’da bıçağın girişi ve kanın çıkışı açıkça gösteriliyordu. Aynı zamanda bir kopan kafa sahnesi de vardı. İnsanlar Homicidal’ın Psycho’dan iyi olmasa da onun kadar iyi olduğunu düşünmeye başlamıştı ama şimdi bakıldığında unutulmuş bir filmdir. Filmin başarısında William Castle’ın The Tingler, House on Haunted Hill ve 13 Ghosts filmlerinde kullandığı pazarlama teknikleri de ön plandaydı,filmin reklamlarında eğer filmi izleyemeyecek kadar korkarsanız ve çıkmak isterseniz paranızın iade edileceği söyleniyordu. Finale yakın bir zamanda ekrana giren “Fright Break” seyirciye salonu terketmesi için 45 saniye zaman tanıyordu. Fakat bu hakkı kullanıp çıkmak isteyenlerin diğer seyircilerin önünden geçip sarı ayak izlerini takip ederek lobiye gitmeli, oradan da Korkaklar Köşesi adı verilen vezneye giderek “Ben hakiki bir korkağım” demeleri gerekiyordu. Filmi izleyenlerin %1’i bu eziyeti çekip paralarını geri almışlardı. Castle’ın hemen ardından Hammer stüdyoları modern zamanda geçen iki gerilim filmiyle geldi: Scream of Fear ve The Full Treatment. Bu tarz filmlerden oluşan bir furya tetiklenmişti, sinemalara peşi sıra kafayı yemiş katillerin insanları öldürdüğü filmler gelip gidiyordu. Paranoiac, Nightmare, Maniac, Panic ve Hysteria ya Psycho’dan ya da Les Diaboliques’ten esinlenmiş, hatta bazen iki filmin bir karışımı halinde perdeye dökülmüş filmlerdi. Fakat hepsi de yapmacık konularıyla ve yetenek eksikliği ile donanmış, silik filmlerdi. 1962 senesinde Amerika’ya döndüğümüzde ise yönetmen Robert Aldrich kendisine şu soruyu sormuş gibiydi: “Ya gerçekten yaşlı ve delirmiş bir Bayan Bates olsaydı ve insanları o öldürseydi?” Sorunun cevabı başarılı bir film olan Whatever Happened to Baby Jane oldu. Film, eski Hollywood kraliçeleri Bette Davis ve Joan Crawford’u alışılmış olandan çok uzakta, delilik ve cinayetle boğuşan iki ihtiyar olarak resmediyordu. Bu deli kadın figürü, yapımcılara Tanrı’nın bir lütfu gibi geldi çünkü böylelikle eski ünlü oyuncuları alıp onları karakter oyuncusu olarak pazarlayabileceklerdi. Hem isim, hem yetenek; bir taşla iki kuş.

Robert Bloch, Psycho’nun yanında gayet dandik duran bir psikopat filmini,  1962 tarihli The Couch’u yazdıktan sonra 1964 yılında William Castle ile güç birliği yaparak başrolünde yine Joan Crawford’un oynadığı Straight-Jacket’ı yazdı. Filmin konusu, 20 sene önce kocasını ve kocasının metresini baltayla öldürdükten sonra akıl hastanesine yatırılan, Lucy Harbin adlı bir kadının eve dönüşünü anlatıyordu. Kızıyla yaşamaya başlayan Lucy’nin etrafındaki insanlar kafası balta ile kesilerek öldürülmeye başlayınca filmlerde sıkça görülecek olan “Acaba rüya mı yoksa gerçek mi?” düşüncesi ile yoğrulan film gayet iyiydi. Bir sene sonra Bloch ve Castle yine aynı temayı içeren bir filme daha imza attı: The Nightwalker. Aynı yıl Bette Davis yine bir Baby Jane çeşitlemesi olan Dead Ringer’da iyi ve şeytani ikizleri canlandırdı. Hammer Stüdyoları altta kalmayarak 1965 senesinde Davis’i  The Nanny adlı bir filmde oynatırken Tallulah Bankhead adlı aktrisi de Fanatic adlı filmde oynattı. Fanatic, bu “yaşlı, deli katil” türündeki filmlerin en iyilerinden biriydi. Üstelik renkli olarak çekilmişti. Filmin konusu yine Psycho’nun bir varyantıydı: Ya aslında Norman ölü, annesi yaşıyor olsaydı? Film, bir kaza sonucu ölen nişanlısının annesini ziyaret eden bir genç kızın başından geçenleri anlatırken olaya bolca paranoya katmayı ihmal etmiyordu. Bankhead’in canlandırdığı Bayan Trefoile aşırı dinci bir karakterdi ve oğlunun ölümünden sorumlu tuttuğu kıza yapmadığını bırakmıyordu. Baby Jane’in yönetmeni Robert Aldrich’in 1964 yaptığı dönüş Hush, Hush Sweet Charlotte adındaydı. Fakat önceki filme kıyasla sıkıcı, uzatılmış bir deneyimden ibaretti. Roger Corman’ın yancılarından Francis Coppolla adında genç bir yönetmenin İrlanda’da çektiği Dementia 13’te ve Night Must Fall adlı bir filmde kopan kafalar havalarda uçuştu. Psycho’dan bu yana geçen 3-4 sene içerisinde beyazperdede Fransız Devrimi’ndekinden daha fazla kafa kesilmişti.

1965 yılında yeni ve çok fazla bilinmeyen bir yönetmen olan Roman Polanski, bu katil yaşlı kadınları değiştirerek psikopatlığı Catherine Deneuve suretinde izleyicilerin karşısına çıkardı. Filmin adı Repulsion’dı. Polanski ve senarist Gerard Brach hikayedeki baş karaktere bolca vahşi halüsinasyon temin etmişti, bu sayede ani William Castle tarzı korkutmalara olan yolları açılmıştı. (Repulsion’ın gücüyle Polanski daha sonradan Castle’ın yapımcılığında Rosemary’nin Bebeği adlı filmi yönetmişti.) Kaçınılmaz olarak taklitler de peşinden geldi: Whispers of Fear ve Symptoms ilk akla gelen örneklerdir. Repulsion’ı takip eden sene Londra’da yer alan Amicus Yapım Şirketi psikolojik korku furyasına kapılarak The Psychopath adlı filme imza attı. Bloch tarafından yazılmasına ve Freddie Francis tarafından gayet iyi bir şekilde yönetilmesine rağmen Psycho ve Repulsion gibi modern korku filmlerine nazaran daha eski olan Edgar Wallace tarzı polisiye gerilim filmlerinin izinden gittiği için ayrı bir kefeye koyuldu. Bunun getiri açısından bir sakıncası yoktu çünkü altmışlı yıllarda Edgar Wallace –veya oğlu Bryan Edgar Wallace- uyarlamaları Avrupa’da, özellikle İtalya ve Almanya’da çok popülerdi (Freddie Francis, 1964 yılında Klaus Kinski’nin oynadığı Traitors Gate adında bir Wallace uyarlamasına da imza atmıştı). Alman yapımı Wallace uyarlamaları ya tuhaf cinayet toplumlarını ya da Hollywood’daki Transilvanya kadar otantik görünen sislerle kaplı Londra’da cinayetler işleyen psikopat katilleri anlatıyordu. Örnek olarak The Phantom of Soho, The Hunchback of Soho ve The Soho Ripper filmlerine göz atılabilir.

Perdeden çıkıp izleyicinin bilinçaltına yerleştirilen ahlak dersleri slasher filmlerinin temelinde yatmaktadır. Sevişirsen ölürsün, uyuşturucu kullanırsan ölürsün, birine kötülük yaparsan ölürsün gibi. Genellikle katillerin bir bahanesi vardır, bir sebebe dayanarak insanları öldürürler. Bazıları ise sadece manyaktır ve canı öldürmek istediği için öldürmüştür. Sebebi olan katillere yıllar önce bir kötülük yapılmıştır veya sevdiği birine (ya da bir şeye) zarar verilmiştir. Her motivasyonlu katil bu kadar kindar olmadığı için bunların dışında kalan “sebepli” katiller de bir şeyi elde etmek için çabalamaktadır. Alman filmlerinin havası inince İtalyan’lar bu filmlere rakip filmler üreterek kendi cinayet hikayelerini ortaya çıkartmaya başladılar.  Slasher türüne en çok etki eden alt türlerden biri de İtalyan’ların giallo janrıdır, özellikle Mario Bava tarafından çekilen Blood and Black Lace ve Bay of Blood daha sonradan birçok slashera ilham (ve tırtıklama) kaynağı olacaktır. Çok değil, Psycho’dan 4 yıl sonra, 1964 yılında filme alınan Blood and Black Lace sinemadaki ilk maskeli katil figürlerinden birini barındırmaktadır. Bir moda evindeki modelleri tek tek öldüren bu figürün amacı tamamen maddidir, tıpkı yönetmenin 1971 yılında çektiği Bay of Blood filmindeki gibi. Her iki film de çoğu giallo gibi ucuza mal olmuş filmler olsa da slasher türüne olan etkileri paha biçilemezdir.

Giallo türünde daha geriye gidersek asıl işi görüntü yönetmenliği olan Mario Bava’nın aksiyondan westerne, komediden dramaya birçok türü barındıran filmografisinde arada bir bu sapık katil konseptine geri döndüğünü görebiliriz. Bu filmlere A Hatchet for Honeymoon ve yönetmenin son filmi olan Shock örnek olarak gösterilebilir. Mario Bava öldükten sonra ise bayrağı oğlu Lamberto Bava devralmıştır ve A Blade in the Dark gibi başarılı bir filme imzasını atmıştır. Her ne kadar yönetmenlik, Bava ailesinde babadan oğula geçse de ailenin ruhani bir mirasçısı gibi görünen başka bir yönetmen de Mario Bava’nın hatlarını çizdiği giallo türünün detaylanmasını ve esas kalıba sokulmasını üstlenmiştir. Bu yönetmen tahmin edeceğiniz üzere Dario Argento’dur. Spagetti western türünde filmlerin senaristliği olarak başladığı kariyerini bir anda ters bir rotaya sokuşu, bir cinayet teşebbüsüne şahit olan Sam adındaki Amerikalı bir yazarın bu seri katille girdiği amansız mücadeleyi anlatan 1970 tarihli The Bird with the Crystal Plummage filmine denk gelir. Bir sonraki sene içerisinde Argento iki filmle birden geri döner: Cat O’Nine Tails ve Four Flies on Grey Velvet. Bu iki film de Bird with Crystal Plummage’ın izinden gitmektedir, hatta bu üç film toplamda yönetmenin ilk üçlemesi olan “Hayvan Üçlemesi”ni oluşturur. Babası Salvatore Argento’nun yapımcılığını üstlendiği bu filmler sayesinde Dario Argento kısa sürede İtalya’da, ardından dünya çapında bir üne kavuşur. Filmlerinin konusunda ve kanlı sahnelerinde Bava’nın etkisi kolaylıkla hissedilebilen Dario Argento’nun akıcı kamerası ile dışavurumcu set ve renk kullanımı ise diğer bir ilham kaynağı olan Fritz Lang’den gelmektedir. 1976 yılında çektiği Deep Red filminde ise türe inceden bir doğaüstü hava katmaya başlar, henüz filmin başında sahnede konuşma yapan medyum bir kadın izleyicilerin arasında bir katil olduğunu söyler ve bu vesileyle kendi ölümünün yolunu açmış olur. Bu doğaüstü hava, Argento’nun diğer bir üçlemesi olan, Suspiria, Inferno ve Mother of Tears’dan oluşan “Üç Anne”de daha da yükselmiş halde vücut bulur. Hitchcock gibi Dario Argento da filmlerinde konuk oyuncu olarak gözükmekten çekinmez. Filmlerinde görülen cinayetleri işleyen eller yönetmenin kendisine aittir. Tabii Alfred Hitchcock’u perdeyi açıp Janet Leigh’i bıçaklarken hayal etmek biraz zor olabilir. İtalya’yı geride bıraktığımızda en çok göze batan ülkeler olan Fransa, İspanya ve Almanya gibi ülkelerden gelen yönetmenler gerek Amerika’da gerekse kendi ülkelerinde istismar tabanlı filmler çekmeye başlamışlar ve başarılı olmuşlardır. Giallo türü ile ilgili ayrıntılı bir yazıyı sitemizde bulabilirsiniz.

Altmışlı ve yetmişli yılların giallo filmleri kan ve şiddet bakımından her ne kadar Hollywood yapımı emsallerinden fersah fersah önde olsa da yine altmışların başında Amerika’da çıkan “hard-gore” türündeki filmlerle karşılaştırıldığında gayet solgun ve kansız kalıyorlardı. Fakat düşük bütçelerine rağmen giallolar eli yüzü düzgün filmlerdi, hatta sık sık John Saxon ve Cameron Mitchell gibi Amerikalı “yıldız”lara ev sahipliği yapıyorlardı. Diğer tarafta gore filmlere bakıldığında bunların buram buram beceriksizlik kokan, yapım gücü en ucuz pornolara denk olan (ki zaten genellikle porno yapımcıları tarafından finanse edilen) ve amatör yönetmenler tarafından çekilen filmler olduğunu görmek hiç de zor değildi.  Bu yönetmenlerden en çok bilineni kuşkusuz Gore’un Kralı olarak tanınan Herschell Gordon Lewis’tir.

Bir süre İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra sinema dünyasına erotik film yapımcılığıyla giren Lewis, 1963 yılında çektiği Blood Feast filmi ile gore türüne girişini yaptı. Lewis’in ilk zamanlardaki ortağı David F. Friedman, Lewis’in Blood Feast için bulduğu senaryoyu Grand Guignol’daki bir oyundan ödünç aldığını söylemiştir. Filmin çekilme sebeplerinden birisi de çoğu yapımcının erotik filmlere kayarak piyasayı kalabalıklaştırmasıydı. Böylelikle Lewis, yine seyirciyi istismar edebileceği bir tür olan gore’u seçti. Bir süre çıplak filmleriyle seyircinin gözüne hitap eden Lewis, kariyerinin geri kalanında seyircilerin midesine meydan okudu. Blood Feast’te eski bir Mısır tanrıçasını canlandırmaya çalışan psikopat bir katil anlatılıyordu. Bu tanrıçaya bulduğu yeni organları ise talihsiz kurbanlar diye nitelendirebileceğimiz kadınlardan canlı canlı söküyordu. Bir sahnede bir kadının beyni çıkartılıyordu. Bir sahnede ise katil kurbanının dilini kopartıyordu. Lewis’in tamamen civardaki mezbahaların artıkları üzerine kurulu olan görsel efekt bütçesiyle kotarılan bu sahnede, kopartılan dil gerçek bir koyun diliydi; esans ve kızılcık şurubuna bulanmış ve kurbanı canlandıran aktrisin ağzına tıkılmıştı! Film altı günde yirmi bin dolara çekildi ve arabalı sinemalarda kulaktan kulağa bir dalga gibi yayılarak birkaç milyon dolarlık bir hasılat yaptı. Blood Feast özellikle Amerika’nın güneyinde seyircileri sinemaya çektiğinden Lewis bir sonraki filminin geçtiği bölge olarak da burayı seçti. İç Savaş’ın bitişinin yüzüncü yılını kutlayan bir güney kasabasına gelen Kuzeyli ziyaretçilerin kasaba halkı tarafından sadistçe öldürülmesini anlatan 1964 tarihli 2000 Maniacs en az Blood Feast kadar ilgi gördü. Filmde doğaüstü, sürpriz bir son da vardı. 2000 Maniacs’ın ilgi çekici bir yönü ise kendisinden sonra gelecek olan Texas Chainsaw Massacre, Hills Have Eyes ve Just Before Dawn filmlerindeki şehirli karakterlerin taşralı karakterler tarafından katledilmesi konusunu ilk kez kullanan filmlerden biri olmasıdır. Altmışların sonuna kadar Lewis bu tarz filmleri sıklıkla çekmeye devam etti. 1965 yapımı Color Me Blood Red, ihtiyacı olan kırmızı tonunu sadece kanla tutturabildiğini farkeden bir ressamdan bahsediyordu. 1967 yılında çektiği filmi A Taste of Blood, modern bir vampir hikâyesiydi. 1968’de yönettiği The Gruesome Twosome ise yaşlı bir kadının perukçuluk yapan oğlunu kadınların kafa derisini yüzerek peruk yapmaya yönlendirmesini anlatıyordu. Belki William Lustig’in 1981 tarihli Maniac filmine ilham kaynağı bu filmdir. Yine Grand Guignol’a selam çakan 1970 tarihli The Wizard of Gore sahne şovundaki tehlikeli sihir gösterilerine konuk ettiği kadın izleyicilerin kısa bir süre sonra gösterideki şekilde öldüğü Sihirbaz Montag’i anlatıyordu. Bu da yönetmen Joel Reed tarafından çekilen Bloodsucking Freaks adlı filme ilham kaynağı oldu, film ilk kez 1978 senesinde Incredible Torture Show adıyla gösterime girmişti. Filmdeki Sihirbaz Sardu gösterisinde insanları öldürmesine rağmen izleyicileri bunun sadece efekt olduğunu düşünmekteydi. Filmin DVD’si Troma şirketi tarafından piyasaya sürüldü.

Gore’un Kralı taklitçilere -veya sıradışı rakipler de denebilir- Bloodsucking Freaks’ten önce de sahipti. David Graham’ın 1966 tarihli filmi The Undertakes and His Pals, Sweeney Todd hikayesinin kanlı bir varyasyonuydu. Bloodthirsty Butchers ve The Ghastly Ones gibi filmlere imza atan Andy Milligan ise yetmişlerin sonuna kadar aktif bir şekilde gore piyasasında ismini duyurdu. Milligan filmlerinin her noktasında yer alıyordu. Yönetmen, senarist, kurgucu, montajcı, kostümcü, elektrikçi, sesçi, yapımcı, oyuncu, makyör ve daha birçok departmanda Milligan görevliydi. Başka bir kan manyağı ise efsanevi Teenage Psycho Meets Bloody Mary ve daha sonradan Alone in the Dark başta olmak üzere akıl hastahanesinden kaçan bir grup katilin kadınları öldürmesi konseptli, 1964 yapımı The Thrill Killers filmlerinin yönetmeni ve yıldızı olan Ray Dennis Steckler’dı.

H.G.Lewis’in son gore filmi 1972 tarihli The Gore-Gore Girls oldu. Filmde bir striptiz kulübündeki kızları öldüren bir seri katil vardı (aslında tam bir giallo konusu). Lewis gore filmler yapıyordu çünkü Hollywood’da rakip bulamayacağı yani rahat olacağı tek tür buydu. Fakat 1966 yılında sinemada yaşanan devrim Lewis ve taklitçi\rakiplerini safdışı bırakmaya başlamıştı. Başarılı filmlerde artık beyazperde gerçekçiliği (daha doğrusu beyazperde şiddeti) göze çarpıyordu. Bu devrimin sebeplerinden en büyüğü televizyondu. İnsanlar artık evde bedava izleyebilecekleri şeyler için sinemaya para vermeye gerek olmadığını düşünüyordu. Yapımcıların bu olaya uyanması pek uzun sürmedi. Filmlerin daha ileri gitmesi, daha fazla şey göstermesi gerekiyordu yoksa sinema endüstrisi çökecekti. Kısa zamanda yenilikçi genç yönetmenler türedi ve bu yönetmenlerin hepsi de eski Hollywood gediklisi yönetmenlerin gösterebileceğinden daha fazlasını, daha ilerisini vadediyordu.

Lewis’in gore türünden vazgeçtiği 1972 yılında iki film gösterime girdi. Bunlardan ilki olan John Boorman’ın yönettiği Deliverance’ta taşralılar yine beyazperdedeki klasik görevlerine devam ediyorlardı. Doksan bin dolara, 16 mm’de amatör bir oyuncu kadrosuyla adı sanı duyulmamış bir yönetmen tarafından çekilmiş The Last House on the Left ise insanları tek kelimeyle yıkıp geçti. Filmin yönetmeni ve yazarı Wes Craven, Ingmar Bergman’ın The Virgin Spring filminden “esinlendiği” senaryosunda bir konsere giden iki kızı öldüren çete üyelerinin tesadüfen kızlardan birinin ailesiyle karşılaşmalarını anlatıyordu. Film hakikatten herkese göre değildi, detaylı –ve gerçekçi- şiddet sahneleri ile The Last House on the Left, izleyicilerin izlemeyi bırakıp kaçtığı filmlerden biri olarak korku tarihinde yerini almıştır. Tüm tiksindiriciliğine rağmen bu filmin de Last House on the Beach ve House on the Edge of the Park gibi taklitleri türemiştir.

Avrupa’da boy gösteren dehşet filmleri furyasından bihaber izleyiciler ise o güne kadar izleyecekleri bütün korku filmlerini çocuk filmi gibi gösterecek olan bir filmle karşı karşıyaydı. 1974 yılında gösterime giren –ve hala korku klasiklerinden biri olan- Exorcist adındaki bu film gerçek bir olaydan esinlenerek yazılan kitabın uyarlamasıydı. O güne kadar izlediği en korkunç film Psycho olan izleyiciler filmi görünce şok geçirmişti, 12 yaşındaki bir kızın “Fuck me Jesus” diyerek haç ile mastürbasyon yapması, filmin makyaj ve ses efektlerindeki başarısı, temelini insanların inançları üzerine kurarak (halkın şimdiki kadar bilgili veya açık görüşlü olmadığını da belirtmekte fayda var), üstelik gerçek bir hikâyeden esinlenildiğini söyleyerek korkutması filmi korku türünde ateşin icadına eşdeğer bir yere oturtmaktaydı. Ayrıca filmle ilgili şehir efsaneleri, sette olan kazalar, yaralanmalar ve ölümler de ayrı birer korku filmi gibiydi. Exorcist’in bu muazzam başarısı korku filmlerinin kamera arkasındaki isimlerini korkutmak yerine onlara ilham vermişti. Hemen bir sene sonrasında çıkacak olan iki film ise bunu doğrular niteliktedir.

İnsanların hala Exorcist’i tartıştığı sırada, 1974 yılının sonlarında izleyiciyle buluşan iki film slasher’ların çığa dönüşeceğinin sessiz bir emaresi gibiydi. Önce Ekim ayında sinemalara d    üşük bütçeli bir film geldi; film Exorcist’in yaptığı gibi gerçek bir olaydan esinlendiğini söylemekle kalmıyor, ham ve gerçekçi görüntüleriyle izleyiciye adeta ekranda yaşanan dehşetin gerçek olduğu hissiyatını veriyordu. Bu filmin adı Texas Chain Saw Massacre’dı. Aslında filmdeki hikâye (seri katil demek ne kadar doğru olur bilemiyorum ama) mezar soyguncusu bir ruh hastası olan Ed Gein’in hikâyesinden esinlenmişti. Film büyük bir başarı etti ve korku tarihinde çığır açarak en büyük markalardan biri haline geldi. Hala çizgi romanları, devam ve yeniden çevrim filmleri, aksiyon figürleri üretilen bu serinin detaylı bir yazısını sitede bulabilirsiniz. Senenin sonunda ise slasher kurulumunu iyiden iyiye şekillendiren Black Christmas gösterime girdi. Bir kız yurduna musallat olan katilin kızları teker teker öldürmesini izleyiciye anlatan film hem kutsal bir değer olan Noel’i böylesine bir katliamla ilişkilendirdiği için tepki aldı, hem de korku türü izleyicilerini kana ve vahşete acıktırdı. Black Christmas ile ilgili bir yazıyı da sitemizde bulabilirsiniz.

Protesto kısmını es geçersek, iki filmin de izleyici tarafından kucaklanması yapımcıları harekete geçirdi. Çıtanın artık sabit kalması düşünülemezdi bile, izleyici daha fazlasını istiyordu. Daha fazla kan, daha fazla çığlık, daha fazla seks, her şeyin daha fazlası. Bu sırada iki filmi de taklit eden filmler peydah olmaya başladı: Drive-in Massacre, Meat Cleaver Massacre, Blood Voyage, Nurse Sherri gibi filmler başarısız da olsalar izleyicinin beklentilerini karşılıyorlardı çünkü arasında seçim yapabilecek çok fazla film yoktu. İtalyan cephesinde Giallo türü iyiden iyiye yerleşip sık ürünler verirken ilk maskeli katil denemeleri teker teker meydana çıktı. Brooke Shields’ın ilk kez göründüğü Alice Sweet Alice isimli film sarı yağmurluklu, taş bebek maskeli ufacık bir katilin cinayetlerini gösterirken Texas Chain Saw Massacre’ın yönetmeni Tobe Hooper’ın 26 yıl sonra yeniden çevrimini yapacağı Toolbox Murders bir alet çantası ile neler yapılabileceğini izleyiciye tüm detaylarıyla sundu. Tam yılda dört beş film çıkıp da bunların en iyi ihtimalle iki tanesinin güzel olduğu bir dönemde, 1978 yılında ortaya çıkan Halloween adeta Tatar Ramazan gibi bu oyunu bozdu ve slasher türünü katı kalıplara soktu. Bundan sonraki türdaşlarına da öncülük edecek olan Halloween hala en uzun korku filmi serilerinden biridir. Ülkemizde ilk kez gösterime Yabancı ismiyle giren film neredeyse hala uygulanan (veya parodi haline getirilen) slasher filmlerinin altın kurallarının çıkış filmidir. Filmin yaptığı hasılat neredeyse bütçesinin 200 katı olunca hiç hesapta yokken üç sene sonra bir devam filmi daha gelmiştir. Bu şekilde seriyi yeniden başlatan filmleriyle beraber 10 filmlik bir seriye dönüşen Halloween serisi ile ilgili yazıyı yine bu sitede okuyabilirsiniz.  Filmle ilgili ilginç bir anekdot ise başroldeki Jamie Lee Curtis’in oyuncu Janet Leigh’nin kızı olmasıdır. Annesi Psycho filminde, kızı ise Halloween filminde oynayarak slasher türüne ailece katkıda bulunmuşlardır.

İlk slasher iskeletini Black Christmas oluşturmasına rağmen önceden de bahsettiğim gibi daha sonraki slasherlara ya örnek olacak ya da parodi haline gelecek kuralları temelde ilk Halloween filmi oluşturmuştur. Bir şehir efsanesini alıp gayet başarılı bir gerilim filmi haline getirmesine ve gençlerin bir katil tarafından teker teker öldürülmesine rağmen Black Christmas’ta bu kurallar yoktur, film sadece sırayla katil tarafından hangisi boştaysa öldürmeleri üzerine kuruludur. Fakat Halloween sevişme, uyuşturucu kullanma gibi gençlerin uzak durmaları gereken şeyleri yaptıklarında öldürülmeleriyle cinayetlerine ahlak dersi katması bir tarafa, bu türün olmazsa olmazı olan iki kavramı sabitlemiştir: Maskeli katil ve sona kalan kız. Bundan sonraki slasherlar için kullanılabilecek bir şema çıkartan Halloween’in başarısı doğal olarak kendisini taklit eden birçok filme de yol açmıştır.

Mert Kutay (mert@iyikotufilm.com)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Facebookta paylaş Twitterda paylaş Mail ile gönder



  • Egemen
    8 Oca 2013 02:36

    Vay be, böylesine nitelikli ve güzel bir yazıya yorum yapılmamış! Eline sağlık Mert Bey, okurken slasher türünün bir müdavimi olarak büyük keyif aldım. Aslında slasherlardan da çok giallo türündeki filmlere büyük ilgi duyuyorum ama malesef bu filmlerin çoğuna ulaşmak güç.

  • safak
    3 Şub 2013 21:46

    Slasher tarihi üzerine en kapsamlı ve okurken en zevk aldığım bu yazıya her kim emek harcadıysa kendilerine çok çok teşekkür ediyorum. Bir slasher tutkunu olarak benim gözümde gerçekten çok değerli bir yazıydı. Öğrendiğim filmleri sizlere borçluyum. Kendinize iyi bakın. Kaleminiz daim olsun. Sevgi ve saygılarımla.

  • Yorumunuz:


    İyiKötüFilm Hakkında
    İyiKötüFilm Röportajlar
    İyiKötüFilm Bağlantılar
    Extreme Haribo Giallo For Dummies Immoral Tales Kahramanlar Sinemada Korkucu Once upon in a time in Western Öteki Sinema Sinematik Ters Ninja

    İyiKötüFilm Feeds


    İyiKötüFilm
    yeni