Bazen sinemanın vampir tasviri tehlikeli bir şekilde baştan çıkarıcı ve kadın kurbanlarında aynı düzeyde cinsel istek uyandıran Dracula tiplemesi ile Viktorian döneme takılıp kalmış gibi bir his vermektedir. (Stephenie Meyer’ın hiçbir zaman Bram Stoker’ın orijinal romanını okumadığını itiraf etmesine rağmen Twilight bu kalıba kolaylıkla uyar.) A Girl Walks Home Alone at Night vampir sineması ve bu tür filmlerin İran’dan çıkması hakkındaki önyargılarımızı sarsmakta. Filmin hikayesi, arka planda fabrika bacaları ve yakınlardaki bir enerji santralinin petrol kulelerinin hakim olduğu endüstriyel Gotik bir ortamda geçmektedir; filmin başrolü deri ceketi ve klasik otomobili ile James Dean’e benzemektedir; film anamorfik lensler kullanılarak siyah-beyaz çekilmiştir ve bunun sonucunda lenste inanılmaz parlamalar olmuştur.
Bad City sakinlerinin bir sorunu var. Arash (Arash Marandi) bir gangstere borçludur. Atti (Mozhan Marnò) yakın zamanda 30’una basmış ve bir çıkış yolu aramaktadır. Kız (Sheila Vand) ise sadece ölmeyi hak edenleri öldürmeye çalışabilecek yalnız bir vampirdir. Bu parçalar birbirine tam oturmuyor, hayatları bir şekilde birbirini etkileyecek üç yalnız tip. 2011 tarihli kısa filmini ilk yönetmenlik deneyimi için aynı isimle adapte eden Ana Lily Amirpour olması gereken yerde gerilim oluşturmak için herhangi bir şey yapmakla ilgilenmemiş, bunun yerine son derece belirgin ve zorlayıcı bir yer ve hava yaratmaktan hoşnut görünüyor. Bu durum hiç şüphesiz bazı izleyicileri hayal kırıklığına uğratacak ancak aynı düzeye ulaşabilenler için ilgi çekici bir durum halini alacak.
Siyah-beyaz oldukça net, ışıklandırma klasik ve yüksek kontrast var (Kız’ın toplum içinde kullandığı makyaj “The Vamp” olarak da bilinen sessiz film yıldızı Theda Bara’yı andırıyor) ancak arada sırada istisnai bir durum olabiliyor. Geniş ekran monokrom, Hollywood’da siyah-beyaz çekimlerin yavaş yavaş azaldığı 60ların hissini veriyor ama anamorfik formata Alien ve Blade Runner da dahil olmak üzere 70lerin sonu ve 80lerdeki bilim kurgu filmlerden aşinayız. Filmin geçtiği dönemi belirleme çabası nafile –klasik otomobiller, kasetler, plaklar, cep telefonları… bunların hepsi mevcut. Bir filmi izlerken sıklıkla kullandığınız çerçeveler tıpkı bu türden beklentileriniz gibi genellikle boşuna.
Bad City bir hayalet şehir, bir cehennem, reşit olamamış kişilerin sonsuza kadar kapana kısıldığı bir geçiş bölgesi. Orta büyüklükteki bir kasabada gece yarısından sonraki saatlerde yürürken sadece birkaç kişinin yaşadığı izlenimine kapıldığınız zamanki hissin modern bir yansıması. Diğerlerine ne oldu? Giriş sahnesinde Arash’ı kucağında bir kediyle içi ölü bedenlerle dolu bir çukurun yanından yürürken görüyoruz. Daha sonra bir çocuk sanki rutin bir olaymışçasına buraya bir bedenin atılmasını izleyecek. Belki de herkes bu çukurun içinde? Sadece bu kasabanın yabancısı bir karakter görüyoruz –Arash zengin bir aile için çalışmaktadır ve ailenin kızı onu bir partiye davet eder- ve parti sahnesinde dahi en fazla üç ya da dört kişi görüyoruz. Ergenlik deneyiminin, dünyaya karşı yalnız hissetmenin çarpıcı ve ürkütücü bir anlatımı.
Korku filmi hevesiyle izleyenler hayal kırıklığına uğrayabilse de Amirpour’un filmi, tıpkı ismi gibi zarif ve gizemli ve tekrar izlemek isteyeceksiniz.
Tolga Demirtaş (tolga@iyikotufilm.com)

Yorumunuz: